Katil Balinaların Umudu: Sembiyozdan Otonomiye Doğru
Yazıma, filmin bende uyandırdığı duyguları sizle paylaşarak başlamak istiyorum. Kimi insanlarla tanışmak nasıl bir talihse, kimi filmlerle karşılaşmak da aynen öyle.
Prof. Dr. Hayriyem Zeynep ALTAN yazdı.
Film, Arjantin yapımı. Patagonya’da geçiyor. 13 Aralık 2016’da vizyona giriyor. Orjinal adı: “El faro de las Orcas”. İspanyolca olan filmi İngilizce ve Türkçe altyazıyla izleyebiliyorsunuz ve önemli bir nokta: Film, gerçekten anlatıdaki gibi yaşamış olan Roberto Bubas’ın hayatının bir evresine dayanıyor. Leonie Caldecott, Daha Basit Bir Yaşama Hürmet (Homage to a Simpler Life) başlıklı yazısında şöyle diyor: “Film, hayalmiş gibi geliyor insana. Ancak gerçek bir hikâye, anlatılan. Bubas, filmde anlatıldığı gibi katil balinalarla yaşamış ve Meksika’dan gelen otizmli bir çocuğa dünyayla iletişim kurmada balinaların eşliğinde yardım etmiş gerçek bir insan. Anne ve korucu arasındaki romantizm ise kurgu; senaryoya sonradan eklenmiş. Orijinal hikâyede çocuk, anne ve babası tarafından getiriliyor. Bubas’ın burada yaşanan o günleri anlattığı bir kitabı var: Agustin Corazon Abierto (Agustine Open Heart). Ayrıca, hem bir deniz biyoloğu hem de Valdes Yarımadası’ndaki deniz fenerinde korucu olarak görev yapan Bubas’a göre; ‘Otizm yalnızca bilişsel ve nörolojik bir durum değil. Bunun ötesinde, toplumdaki bir hastalığa işaret ediyor. Bu ruhsal hastalık bizim doğadan kopuk biçimlerde yaşamamızın bir sonucu gibi görünüyor’”. Caldecott’un verdiği bilgiler ışığında filme yeniden baktığımda; anlatının gücünün yıllarca süren gözlemlere dayandığını anlıyorum. Çünkü filmin yazarı Patagonya’da uzun yıllar boyunca görev yapmış, katil balinaların davranışlarını fotoğraflarla belgelemiş ve bizzat onlarla sularda yüzmüş olan Roberto Bubas’ın kendisi. Senaryonun ikinci yazarı ise, Gerardo Olivares.
Otizmle yakından ilgilenen profesyonellerin, otizmli bir çocuğa sahip ebeveynlerin, özel eğitimcilerin, kısacası insana ve varoluşsal acılara farklı bir yerden bakma kararlılığında olanlar için; bu film bir pencere, dahası bir kapı. Katil Balinaların Umudu, özel bir evladı, yakını, otizmle herhangi bir bağı olmaksızın; her insanın ruhuna da iyi gelecek bir film. Ancak en baştan şunu da söylemeliyim: Filmin, masalsı anlatımının belgesel gerçekliğiyle kaynaştığı ve üstün bir lezzetle harmanlandığı noktanın yüzeyinde gezinmek yerine, çoğu zaman yaptığım gibi, yine derinlere ineceğim. Daha açık olmak gerekirse; film size olağanüstü bir görsellik sunuyor. Arjantin’in Patagonya bölgesinin ve Valdes Yarımadası’ndaki vahşi doğanın kendilikliğine, okyanusun seslerine, kıyı şeridine yayılmış deniz aslanlarına ve birbirlerine yakın aileler biçiminde yaşayan sıradışı güzellikteki katil balinalara, tüm bunlara yukarıdan bakan deniz fenerine ve hikâyeye özel diliyle eşlik eden müziğe kendinizi kaptırdığınızda; derin bir özgürlük duygusuyla hançereniz genişliyor sanki. İlk izlemede bunun tadını çıkardım. Anlatı beni huzur içinde hikâyenin içine aldı ve bir bir karakterlerini tanıttı. Film bittiğinde, asıl amacıma ters düşmüş gibi hissettim. Neydi benim bu filmi izlemekteki amacım? Otizme dair yeni bir şey öğrenmek, şimdiye kadar izlemiş olduğum otizm konulu filmlerle sağlam bağlar kurabilmek ve nihayetinde bir iletişimbilimci olarak bir anlatının, bir kişilerarası iletişim sürecinin “otizm” olgusuna katkı verebilmesine hizmet etmekti. Bu bağlamda içimde bir boşluk oluştu. Film beni çok mutlu etmişti ancak bir şeyleri kaçırmış olduğum duygusu oldukça baskındı. Bu duygumu dikkate alarak, filmin zihnimde ve ruhumda bıraktığı ilk izleri rahat bıraktım. Anlatının benim ihtiyaç duyduğum biçimde bana açılması için biraz zamana yayılmak gerekliydi. Hayatımın başka veçhelerine döndüm. Günlük okumalarıma, basit gündelik işlere. Katil Balinaların Umudu’nun kafamın gerisinde salınmasına, yaptığım her şeye usulca eklenmesine şevkle izin verdim. Bu film, konuşma biçemiyle diğer filmler içinden sıyrılıyordu. Bugüne dek izlemiş olduğum otizm temalı filmler çoğunlukla haykıran, telaş içinde koşan, hayatla uyuşmayan her şeyin aniden patlamasıyla içinizin parçalandığı, bu haliyle hayatın yoğunlaştırılmış bir kurs gibi üzerinize bindiği metinlerdi. Elbette bu filme gelene kadar, böyle bir yorum yapamazdım. Referansım bu anlatı olduğunda; beynimin sunduğu metinlerarası ilişkiler, bu filmdeki sessizliğin, dinginliğin, özgürlüğün ve yumuşaklığın farkını bariz biçimde ortaya koydu. Otizm yaşantılarının kendisini, tıpkı yeri döven bir çocuk gibi gürültüyle anlatmasına alışmıştım. Oysa, buradaki 12 yaşındaki erkek çocuk Tristan ve onun gözlerinden gördüğü dünya daha sessizdi. Otizm sanki bir şiir gibi konuşuyordu imgelerin içinden. Böylesini görebilmek ve doğru okuyabilmek için sabırla bekledim. Şimdi, ikinci kez izlememin bende yarattığı daha derin kavrayışları sizlere anlatmadan önce, hikâyeyi özetleyeyim:
Film, martıların çığlıklarıyla başlar. Denizi görmeden, denizin varlığını hissedersiniz. Ardından geniş bir sahildeki deniz aslanlarının bağırtılarını işitir ve güneş altında yayılmış olan varlıklarını gözlemlersiniz. Ve hemen ardından katil balinaların sıçrayışlarına şahitlik edersiniz. Çok geçmeden anlatının erkek kahramanı okyanusa bakan bir tepede beyaz atıyla görünür. Arazinin, okyanusun ve parlak gökyüzünün genişliğinde minicik bir imgedir. Sonra kamera daha yakına gelir. Herkesin “Beto” diye seslendiği Roberto’yu atının üstünde biraz daha büyük bir imge olarak görürsünüz. Ve sonraki sekansta, Beto elindeki dürbünüyle anlatının merkezindedir. Size hikâyeyi işaret eder: Baktığı ve gördüğü, olağanüstü bir dostluğun biricik tarafı olan Katil Balina Shaka’dır. Yanında yavrusuyla sularda süzülmektedir. O dolfin ailesinin en hacimli ve zeki üyelerinden biridir. Bir annedir ve mükemmel bir avcıdır. Beto için ise çok özeldir. Beto’nun elindeki dürbünün yerini fotoğraf makinesi alır, Shaka hızla kıyıya girerek bir deniz aslanına saldırır, Beto bu savaşı makinesiyle belgeler. Bu, basit bir sahne değildir. Zihninizde mevcut olan, verili bir toplumsal yaklaşımı anımsatır: Büyük ve güçlü olan, küçük ve zayıf olanı yok eder. Yani av-avcı ilişkisinde bir organizma diğerinin varlığını ortadan kaldırır. Hayatı ve toplumsal yaşamı kavrayış biçimlerinizden biri de bu yasaya karşılık gelir. Shaka bir katil avcıdır. Anlatı öncelikle sizi onun bu yüzüyle tanıştırır. Hiç şaşırmadığınızı düşünüyorum. Çünkü “Dostane komşular ya da düşman karşıtlar olarak birlikte yaşamak evrimin en temel ilkesidir… Canlı dünya, işbirliği ve çekişmenin sayısız çeşitlemelerinden kaynaklanır. Yeryüzünün her köşesinde, bir organizma ya da diğeri, daima kendine özgü yaşamsal çevreyi arar. Bir türün özellikleri, ortak bir yaşam alanı paylaştığı bir başka türün özelliklerini yansıtır.” (Ruppert, 2016, s.31)
Ruppert’in “Travmatik Yaşantılar – Sembiyoz ve Otonomi” adlı eserinde sözünü ettiği ve yukarıdaki alıntıya konu olan yaklaşımının, benim bu filmi ele alma biçimim üzerinde ciddi bir etkisi oldu. Sabırlı bekleyişim bana iki kavram getirdi. Biri sembiyoz, diğeri otonomi. Sembiyoz kabaca “karşılıklı çıkar” anlamına geliyor. Sözcüğün kökeni eski Yunanca’da karşılık buluyor ve “birlikte yaşamak” demek. Ruppert’e göre; sembiyoz, birbirine benzemeyen ama karşılıklı çıkarları için birbirlerine uyum göstermiş organizmaların birlikte yaşamasıdır. Otonomi ise “en yüksek etik ilke” olarak gelişmiş ülkelerin anayasalarında yer alan bir kavramdır ve “kendi kaderini tayin etmek” anlamına gelir. Canlı yaşamı, bu iki yasanın eş zamanlı hükmü altındadır. Doğada sayısız “sembiyotik yaşam” örneği vardır. Deniz anaları, ateş mercanları onlara nişasta sağlayan alglerle birlikte yaşar. Kök mantarı ve bitki birbiriyle bütünleşik bir yaşam kurar. Zaten insan yavrusu sembiyotik bir ilişki kurmaksızın dünyaya gelemez. Bebek, annesinin varlığına her anlamda muhtaçtır; onun bedeninin içinde, ona bütünleşik biçimde nefes almak zorundadır. Ancak o bebekten zamanı geldiğinde bir birey olmasını, varlığının biricikliğinin gerektirdiği biçimde bir “kişi” olmasını bekliyorsanız; kendi kaderini yazmak üzere anneden ayrılması şarttır. Bu ayrılma yalnızca fiziksel değildir. Ruhsal ve varoluşsal bir kopmadır. Yani ilk ve zorunlu deneyim olan bağımlılıktan özgürleşmedir. Tüm insanlık, kültürü ve yaşam şartları ne olursa olsun, sembiyoz ve otonomi arasında salınır. Kimi uygarlıklar ve ülkeler sembiyotik yaşamın yasalarını daha fazla içselleştirmiş olabilir. Kimileri de otomominin daha üst bir değer olarak yaşantılandığı toplumsallaşma biçimlerini benimseyebilir. Bu perspektiften bakıldığında, film; “Katil Balina Shaka”nın varlığında, bu iki yasayı görünür kılar. Shaka bir deniz aslanını parçalarken otonomi yasasına uyar. Avcıdır, avını avlar. Ancak daha sonra göreceğiniz gibi, Beto’nun ve Tristan’ın şefkatli dokunuşlarına yanıt verirken ve onları ayrı ayrı bedeninde gezdirirken sembiyotik bir bağı ortaya koyar. Yeniden filmin akışına dönersem, doğanın bu vahşi gösterisi Beto’nun yüzünde naif bir gülümseme bırakır ve filmin adı ekrana yansır: Katil Balinaların Umudu. Derin kayalıkların gölgesindeki okyanus ve o kayaların diğer tarafında güneş atındaki sarı toprak bir merkeze doğru kayar ve deniz fenerini görürsünüz. Derken, ilk kez bir iç mekân açılır önünüzde: Yuvasında dönen bir plak, National Geographic dergisinin kimi sayıları ve masasında yazan Beto. Beto eline eski bir fotoğrafı alır. Fotoğrafta bir çocuk ve bir kadın açık bir kitabın önünde gülümsemektedir. Dışarıdan biri gelmek üzeredir; resim defterin içine saklanır. Beto’nun geçmişi orada saklıdır. Hikâyesi, acısı ve onu Shaka’ya bağlayan sembiyotik ağın başlangıcı. Ama siz bunu henüz bilemezsiniz. Bu arada müzik iki figürlü bir dansın başlamak üzere olduğunu duyurur. Beto motosikletine atlayıp gece vakti patronu Bonetti’nin kapısını çalar. Elindeki uyarı mektubunu gösterir yaşlı adama. O da ona Shaka ile denizde yüzerken çekilmiş fotoğraflarını gösterir. Beto yasak olmasına karşın, katil balinalarla bir araya geldiği için şikâyet edilmiştir. Bu konuşmayı saran koyu karanlık, bu iki kişi arasındaki gerilimi ve çekişmeyi anlatır. Beto’yu ertesi gün gözlemlerine devam ederken görürsünüz. Shaka’nın yaraladığı yavru deniz aslanı kumda yatmaktadır. Beto onu iyileştirmek için deniz fenerine döndüğünde, Lola’yı ve oğlu Tristan’ı karşısında bulur. Lola örtüler altında yere uzanmıştır yorgunluktan. Tristan da sırtı size dönük biçimde oturur uçuruma karşı. Gözleri kapalıdır ve kendi kendine mırıldanır. Lola ve Beto’nun ilk iletişimleri deniz aslanını şifalandırma bağlamında gerçekleşir. İletişimin devamı Lola açısından zordur. Beto onu dikkate almaz. Öncelik, deniz aslanının yeniden suya bırakılmasıdır. Beto’nun öncelikleri Lola’nın önceliklerini dışlar. Lola, oğlu Tristan bir National Geographic belgeseli izlerken; Beto ve Shaka’ya karşı sıradışı bir tepki vermiş olduğu için buradadır. Hiç konuşmayan, otistik bir çocuk olarak ilk kez ekrandaki görüntüyü okşamıştır. Bu davranış, annenin umudu olmuştur. İspanya’dan buraya gelmesinin tek nedeni, Beto’nun oğlunu şifalandırabileceğine inanmış olmasıdır. Beto az konuşan, buyurgan, kendi yalnızlığına alışmış biridir. Tristan’ın tabağındaki çatalı mütemadiyen sürtmesi onu gıcık eder. Dahası ona ait özel alan, beklenmedik biçimde istila edilmiş gibidir. Üstelik Lola’nın talebi yasal da değildir. İki yıl önce, balinalara yakın olmak yasaklanmıştır. Tristan’ın ilk krizi, fırtına kapıyı aniden açıp onu yere düşürdüğünde gerçekleşir. Lola onu sakinleştirmek için musluğu açar. Açılan kapı Beto’nun çalışma kağıtlarını da etrafa saçmıştır. Onları toplarken, o saklı aile fotoğrafı Lola’nın eline geçer. Bu küçük gösterge, Beto’nun sırrının eninde sonunda açığa çıkacağını önceden söyler gibidir. Ertesi gün Beto ve Shaka’yı birbirleriyle özel bir iletişim içinde görürsünüz. Beto ona mızıkasıyla bir melodi çalar; Shaka da alnının ortasından su fışkırtarak onu selamlar. Beto onu okşar, Shaka özel sesler çıkartır. Beto ancak kulübeye dönüp de, oranın boşluğunu gördüğünde ve çalışma masasındaki simetrik düzen Tristan’ın özel varlığını duyurduğunda; onlara yardım etmeye karar verir. Bundan sonra üçünün birlikte Shaka’yı gözlemledikleri hareketli günler başlar. Bu kez de Beto’nun Tristan’a ulaşması kolay olmayacaktır. Ancak o Shaka’nın dostluğunu kazanmak için nasıl sabırla çalıştıysa, aynı sabrı ve özeni bu çocuk için de gösterir. Bu arada Beto, Lola’nın çocuğu üzerinde fazla korumacı olduğunu dile getirir. Buradaki vurgu, çok fedakar ve sevgi dolu bir annenin, oğlunun benlik gelişimi için ihtiyaç duyduğu mesafeyi ona verememesi üzerinedir. Lola ona zarar gelmesinden korktuğu için, bu mesafe ortadan kalkmıştır. Beto’nun giderek bir baba rolüne bürünen varlığı, Tristan’ın ona güvenmesine ve zamanla annesi kadar ona yakın olmasına neden olur. Bu arada kasaba halkını bir arada görebileceğiniz ender bir toplumsal olay gerçekleşir: Koyun Kırpma Festivali, atlı çoban şarkıları eşliğinde, kadınlı erkekli danslarla kutlanır. Lola ve Beto dans ederler ve ilk kez birbirlerine duygusal olarak yakınlaşırlar. Bir süre sonra birlikte yaşamaya alışırlar. Beto Lola’ya karşı sempati besler. Lola da Beto’nun tek odaya sığan yaşamının ayrıntılarını dikkatle gözlemler. Kimi zaman olağanüstü sahnelere eşlik edersiniz. Bunlardan çoğu Beto’nun Shaka ile denizde buluştuğu ve oynadığı anlara denk gelir. (1:16.00) Tristan onları uzaktan izler. Hiçbir şey anlamadığından kuşkulandığınız Tristan, gözlemleyerek ve Beto’nun öğrettiği her şeyi taklit ederek sıra dışı deneyimler yaşar. Bu arada Beto, Lola’nın umudu olmayı artık gönülden istemektedir. Bunun için patronuyla konuşmaya gider. Ondan, çocuğu Shaka ile bir araya getirmek için izin ister. Ancak Bonetti karşı çıkar. Bu konuşma sırasında otizmden ve “hipotalamus” tarafından algılanan ultrasonik dalgalardan söz edilir. Beto ona yunusların/balinaların duygusal denge yaratmada daha önce de kullanıldığını anımsatır. Ancak bir sonuç elde edemez. Beto kendi bildiği gibi davranarak Tristan ve Shaka’yı tanıştırır. Dingin, paylaşımcı, güzel günler yaşanır. Anlatının dönüm noktası, Tristan’ın kendiliğinden gezintiye çıktığı ve ertesi sabaha dek bulunamadığı gün yaşanır. Lola çılgına döner. Tristan ilk kez bağımsız davranmıştır. Fırtınalı, bu ıssız arazide kendi kaderi için adım atmıştır. Beto onu burnu kanamış, baygın vaziyette sahilde bulur. Onu bulmasına Shaka yardım etmiştir. Tristan bu olaydan sonra ateşlenir. Tam hastaneye gitmek için çaba harcarlarken, Bonetti çıkıp gelir ve Beto’ya çiğnediği yasaklardan ötürü görevinden alındığını bildirir. Lola ve oğlunu kamyonetiyle hastaneye bırakır. Beto ertesi gün hastaneye geldiğinde artık aralarında hiç sır kalmaz: Bonetti’nin çıkarcı ilan ettiği Beto, hayatının travmasını Lola’ya anlatmak zorunda kalır: Yıllar önce kendisinin kullandığı uçak fırtınaya yakalanıp düşer. Bu kazada oğlunu kaybeder. Yaşasaydı; bugün Tristan gibi 12 yaşında olacak olan bu oğlun yokluğu, Beto’nun neden Shaka’yla sembiyotik bir bağ kurduğunu anlatır. Yöre halkına göre, o kaza günü Beto’yu karaya çıkaran ve onun hayatını kurtaran Shaka’dır. Shaka o günden sonra Beto’nun kaybının yerine geçmiştir. Beto’nun deyimiyle, bu balinalar ve bu okyanus onun ailesidir: “Katil balinalar benim hayatım ve bizi ayırmak istiyorlar,”. Tristan iyileşir, fenere dönerler. Gece üçü birlikte aynı yatakta uyur. Tıpkı bir aile gibi. Ertesi gün Marcela, Lola’ya postaneden bir mektup getirir. Kötü haberdir, bu: Tristan’ın babası yasal haklarını kullanarak onları geri çağırmaktadır. Madrid’e dönmekten başka çareleri yoktur. Dönmezlerse, Tristan’ı annesinden alacaklardır. Beto ve Lola ayrılık acısı yaşar. Sonunda üçü birlikte mutluluğu burada bulmuşlardır. Hem Beto hem de Lola, imkânsız olduğunu bilerek, diğerini onunla birlikte yaşamaya davet eder. Bu onların vedalaşma biçimidir. Bu sırada Tristan, yetişkin bir erkek gibi, Beto’nun atına binerek Shaka ile buluşmaya gider. Artık ayaklarına çarpan dalgalardan korkmaz. Ayakkabılarından kurtulur, denize girer ve Beto’nun öğrettiği gibi mızıkayı çalar. İlk kez konuşur: “Shaka”. Birbirlerine doğru yüzmeye başlarlar. Tristan Shaka’nın yüzünü okşar. Bu buluşma, Tristan’ın özgürleşmesine ve kendini tanımasına giden yolun başlangıcıdır. Film bu olağanüstü temasla biter. Anlatının başında sağ elinde kendisine büyük gelen, siyah bir eldivenle yaşayan, onları terk etmiş bir babadan kalan bu tek eşyaya takıntılı olan Tristan artık özgürlüğün ve sevginin dilini öğrenmiştir.
Katil Balinaların Umudu’nu, özel bir çocuğun varoluş mücadelesi üzerinden yapılan bir uygarlık eleştirisi olarak okumak mümkün. Yaşamın temel duygusal ilkelerinden biri olan empatiyi ve birlikte adilce yaşama kültürünü mü var edeceksiniz yoksa çocuklarını yiyen Satürn gibi, yarattığınız acımasız iktidar ilişkileri içinde boğulacak mısınız?
Kaynakça:
Caldecott, Leonie, “Homage to a Simpler Life” https://humanumreview.com/artefact/homage-to-a-simpler-life (14 Aralık 2020)
Ruppert, Franz, (2016). Travmatik Yaşantılar – Sembiyoz ve Otonomi, (Çeviri: Fatma Zengin), İstanbul, Kaknüs Yayınları.