ENGELLİLERE ROL MODEL OLUYOR

İki kolunu da çocukken bir kazada kaybeden milli yüzücü ve ressam Yusuf Akgün, engelli bireyler ile becerilerini ve hayat tecrübelerini paylaşıyor. 

Röportaj: Rana Zeynep Çömlekçi

Sizi tanımaya en başından başlayalım.  Nasıl bir çocukluk geçirdiniz?

Çocukluğumun ilk altı senesi ailemin yanındaydım. 34 yaşlarında ayaklanmaya başladığımda annem çalı çırpı toplamaya giderdi. Ben de annem gelene kadar çaydanlığı koyardım, çay yapardım. Ufak tefek şeyler hazırlardım. Babam kalıp ustasıydı. O duvarı yaparken ben de onun mala ile yaptığı düzeltmeleri ellerim ile yapardım.

Okula ne zaman başladınız?

Dedem babamı okula göndermediği için babam benim okumamı çok istemişti. Ben de 5 yaşında okula başladım. Sabah 4 gibi kalkıp 8 kilometrelik okul yolunu yürürdüm. Iğdır’da Karakuyu köyünde at arabasının peşine takılarak okula giderdik. O dönemde birinci sınıfa giden en küçük çocuklar 13-14 yaşında olurdu. Sınıfın en küçüğü bendim.

Nasıl bir aileniz vardı?

Aile olarak yaylada yarı göçebe bir kültüre sahiptik. Besicilik yaptığımız için Kars’a, Erzurum’a yaylalara giderdik. Bir seferinde kuzuların başına giderken, köpeklerin arasında kalmışım ve bana saldırmışlar. Ağzımın kenarından kulağıma parçalamışlar. O zamanlar çok küçüğüm, ailem beni sırtlayıp hastaneye götürmüş. Ama bu tarz kazalar hep beni bulunca köydekiler diyorlar ki, bu çocukta bir sorun var. Bizden uzak dursun. Bir de çocuk aklımla, babamdan ve annemden habersiz aldığım kibrit ile bütün yaz toplanan hasadı, ekini, buğdayı, arpayı bir kibrit ile yaktığım için böyle düşünüyorlar tabii…

Gerçekten mi!

Evet, beş yaşındaydım. Temiz bir dayak yemiştim onu söyleyebilirim. Bunun gibi durumlar tekrarlanınca köylüler “Bu çocuk babaya günah olarak doğmuş,” demeye başladılar. Çünkü babam da zamanında rahat durmazmış. Neler yapardınız bunu söyletecek ?

Bir gün mesela bir yılan yuvasına elimi sokmuştum ama bana bir şey yapmadı. Benden sonra elini oraya sokan çocuğun ise elini ısırdı. Bunun üzerine çocuğun ailesi babama gidip “Sen bu çocuğu bir okut, dua ettir, hocaya götür. Bizim çocuklarımızdan da uzak tut. Hatta sen bu köyden git,” dediler.

7 yaşında Iğdır’da yüksek gerilim hattında elektrik akımına kapıldığınızı, bir kolunun dirsekten diğerinin ise omuzdan kesildiğini öğrendik. Bu kaza nasıl oldu?

Babam altmış küçük baş hayvanın başına beni çoban olarak gönderdi. Hayvanlarla dağ taş geziyordum. Ben meraklı bir çocuktum. Aslında annem de babam da beni hep uyarır “Sakın ha, evin civarından ayrılma” derlerdi. Ama ben yine de alıp başımı giderdim. Bir gün arkadaşlarım ile elektrik direğine tırmandık. O kuru kafa tabelasını gördüğümü çok iyi hatırlıyorum. Öbür arkadaşlarım tırmanmayı bırakmıştı ama ben devam ettim. Sonra elektriğe kapıldım. Sağ elimi kurtarmak için sol elimi verdiğimde havada bulutları izlerken gördüm kendimi. Belki bir beş saniyeydi ama bana yarım saat gibi geldi.

Nasıl bir hasar aldınız bu kazada?

Daha sonra savcılık raporundan öğrendiğime göre, akım beni 35 metre ilerideki kayalıklara fırlatmış. Vücutta yoğun kırıklar ve yanıklar oluyor. Üstümdeki kıyafetler vücuda yapışmış. Beni önce Iğdır’daki hastaneye götürüyorlar. Ama orada “boşuna getirdiniz, bizim burada yapabileceğimiz bir şey yok,” diyorlar. Babam başka yerleri deniyor ve sonunda Erzurum’a getiriyor beni. Hastanede 4 aya yakın yatıyorum.

O sırada doktorların konuşmasına kulak misafiri olan babam: “Bu çocuğun bacağının kesilmesi lazım. Vücutta darbeler yüksek. Bölgesel felç ve kırıklar var. Bacağını kesersek belki kurtarırız,” dediklerini duyuyor. O sinirle, ölecekse evde ölsün diye düşünüyor.

Amcamla anlaşarak beni gece hastanenin arka kapısından kaçırıyorlar. Köyde evde tedaviye başlıyorlar. Bölgesel felç nedeniyle fazla kıpırdayamıyordum ama sağımdaki ve solumdaki erimeleri görüyordum. Kurtulacağımdan hiç kimsenin umudu yoktu. Sonradan öğrendiğime göre babama iğne getirip “Bu çocuğu uyutalım. Böyle acı çekiyor, çocuğun iyiliği için yapalım bunu” diyen bile olmuş. Ben yine aynı çocuktum ama herkes bana başka bakıyordu. İğrenerek bakıyorlardı neredeyse. Benim ağrıma gidiyordu.

Babanız ne yapıyor bu olanlar karşısında?

Bir yerden sonra çaresiz kalıyor. Beni hastaneden kaçırdığı için o sırada jandarma babamı yakalıyor. Mahkemeye çıkaracaklar. O zamanlar ben de hiç Türkçe bilmiyorum. Bana diyorlar ki “Şikayetçi değilim” de. Sadece bu kelimeyi söylememi istiyorlar. Yoksa babam tutuklanacak.

Mahkemede ne oldu?

Mahkemeye çıkınca hakim babama diyor ki “Sen bu çocuğa bakamazsın. Devletin kurumlarına ver. Onlar baksınlar”. Babam da bu konuda girişimlere başlıyor, koşturuyor. Ankara’ya gidiyor. Ama kuruma kabul edilmek de kolay değil. Bir çok yere müracaat ediyor ama cevap alamıyor. Sonunda Çankaya Köşkü’nün önünde kendini yakma girişimi oluyor. Rahmetli Mesut Yılmaz’ın eşi görüyor O zaman. İlgilenin diyor ve Iğdır Milletvekiline talimat veriyorlar. Onun desteği ile Ankara Saray Çocuk Yuvası’na babam ile beraber geldim. Yuvada hayat nasıl başladı?

Ankara’ya gittiğimizde hayatımda ilk defa bir büyük şehre gelmişim. Koca binaları görmüştüm. Babamın bacağına sarılıp gördüklerimi heyecanla ona anlatmaya çalışıyordum. Sonra yuvaya gittik. Babam mutsuzdu. “Sana bir çikolata alayım, geliyorum” demesiyle gitti ve benim hikayem orada başladı. Beni yuvaya bıraktı ve dönmedi. İki gün yemek yemedim ben. Yemeyince, zorla yedirmeye başladılar.

Çat pat Türkçe’yi öğrendim. Rehabilitasyon bölümüne gitmeye başladım. Orada bir baktım ki, benim gibi bir sürü çocuk var. Hatta benden daha kötü durumda olanlar da var. Çalışanların bakış açısı ise aynı benim ailemdeki bakış açısı gibiydi. Yani yardım ederken, bir kaşık yemek yedirirken hep ezici bir şekilde, soğuk ifadeyle davranıyorlardı. Bundan kurtulmam lazım diye düşündüm. Bir şekilde yemeğimi kendim yemem lazımdı. Üzerime de döksem, tek başıma yapacaktım. Gerektiğinde tepkimi de verebilecektim.

Resim yapmaya nasıl başladınız? Resim yaşamınızı nasıl şekillendirdi?

Sekiz yaşımda ağzımla kalemi tutup da ilk karalamayı yapmaya başladığımda öğretmenimin duygusal yaklaşımı ve arkadaşlarımın meraklı bakışı bana engellimle çalışacak bir sebep olduğunu gösterdi. Ben de devam ettirdim. Daha sonra yarışmalara girdim. Çizimler yapmaya başladıkça özellikle çocuk esirgeme kurumunda kendi arkadaş grubumda bir rekabet ortamı oluştuğunu fark ettim. Ben de rekabetin bir parçası olduğumu hissettim. Bu da benim daha çok kabul görmemi sağladı ve devam ettirdim.

Neler çizerdiniz o zamanlar?

İlk çizimlerim Marvel’ın çizgi roman serisindendi, Örümcek Adam, Hulk, Wolverine, XMen… Uçak ve araba dergilerinden de örnekler kopyalayarak defterlerime yapıştırırdım. Kendime resim yaparken başka arkadaşlarım da isterlerdi. Bu sayede resmi daha iyi çözme imkanı buldum ve devam ettirdim. Okulumda ve çevrede yarışmalara girdim. Buralardan ödüller aldım. Sonra sergiler oluşmaya başladı. Bugüne kadar 10’dan fazla sergi açtım. Şu an hali hazırda profesyonel bir koleksiyon olan Yeşil Çam’ın Renklerini hazırladım. 65 aktör ve aktristin 19601990 dönemi çekilmiş 65 filminden, 65 karakteri çizdim.

Aynı zamanda ikinci profesyonel koleksiyonum olan “Cumhuriyetin Cumhurbaşkanları” koleksiyonunda 12 Cumhurbaşkanımızın portresini tamamladım ve devam ediyorum. Ne kadar dolu dolu bir hayatınız var. Peki ya, milli yüzücü olmaya giden yol önünüzde nasıl açıldı? Kaza öncesi barajlarda yüzerdim. Daha doğrusu kız kardeşimin eline ipi bağlardım, bir ucundan ben tutardım, diğer ucundan o. Birimiz dışarıdayken öteki suya girerdi. 50. Yıl Yetiştirme Yurdu’nda kalırken, devletin sağladığı imkanlar ile haftanın belirli günleri havuza gitmeye başladık. Bizi kurum götürürdü ama onun haricinde biz kendimiz de kaçıp giderdik. Çoğu zaman da kaçak girerdik. Bir seferinde yakalandık ve o sırada tekrardan havuza girmem istendi. Bu havuza girişten sonra Engelliler Milli Takım Antrenörü Ercüment Kantar tarafından keşfedildim. Dengemin çok iyi olduğunu bunu geliştirebilirsem başarılı olacağımı söyledi. Ben de kabul ettim.

Çok sıkı çalışır mıydınız?

İlk başlarda çok sıkı çalışmıyordum. Türkiye şampiyonaları hazırlıkları başladığında ciddiye aldım. Devamını getirmek üzere çalışmaya başladım. Samsun ve Tokat’ta birincilikler getirdik. Şunu da açıkça söyleyeyim, bugün engelliler için spora yapılan yatırımlar çok daha fazla. Bizim dönemimizde maalesef kendi imkanlarımız ile gidip gelmek zorunda kalıyorduk. Çoğu zaman da imkanlarımız yetmiyordu. O yüzden tam anlamıyla kendimizi geliştiremiyorduk ama performansıma güveniyordum ve sürekli çalışıyordum. Sadece yüzme ile değil, atletizm, judo, kick box gibi alanlarda da kendimi geliştirdim. İlk milli deneyimim Çek Cumhuriyeti oldu, daha sonra bölge şampiyonları en son 2005 Dünya Oyunlarında Finlandiya’da ülkemizi temsil ettim. Ülkemize kendi branşımda dereceler getirdim. Daha sonraki süreçlerde antrenmanlar ve eğitim çalışmaları sırasında diğer engellilere destek vermeye çalıştım. Belirli sezonlarda onları gönüllü olarak çalıştırdım. Farklı engel gruplarından gençleri de engelleri aşmaları için destekliyorsunuz. Nasıl çalışmalar oluyor bunlar?

Dezavantajlılık ve geri planda olmak maalesef evrensel bir konu. Farklı engel gruplarında olsak da, aynı duyguları ve yaşam koşullarını paylaştığımız için bunları kendimize bir nevi yol olarak belirledik. Ne kadar çok kişiye seslenebilir ve anlatabilirsek bizler için o kadar önemli. Genelde Aşık Veysel’den örnek veririm bu konuda. Onun sayesinde toplumdaki pek çok görme engelli bugün kendini daha rahat hissedebiliyor.

Engelliler ile çalışmalarınızın temel hedefi nedir?

Farklı engel gruplarındaki gençlerin engelleri aşmaları için çalışmalarımız arasında birebir empati programları oluyor. Temel kazanım, sosyo kazanım ve entelektüel kazanıma yoğunlaşarak bireylerin başarılı oldukları konularda ufak bir kırıntı da görsek bunu ilerletmeye çalışıyoruz. Engel grubu ne olursa olsun, herkesin mutlaka bir keşfetme noktası vardır. Onu görmeye çalışıyoruz.

Engelli gençlere ve çocuklara ne önerirsiniz?

Engelin öncelikli olarak kişide bittiğine inanıyorum. Mücadelesine bağlı olarak ya devamlı artıyor ya da yaptığı çaba sonucunda engellilik konusu azalıyor. Bu nedenle çok çalışsınlar ve çabalasınlar. Heves ile değil, kararlılıkla başlasınlar.

Merak etmek, aramak keşfetmek ve yaşamak… Bir şey yaparken bunları dikkate alsınlar. “Merak etmek, aramak, keşfetmek ve yaşamak… Bu dört kelime yaşamınızı nasıl etkiledi?

Benim hayat çizgim bu dört kelime ile çizildi. Merak ile başlayan sorunlarım oldu. ‘Acaba tüplü televizyonun içinde adamlar mı var?’ diye sürekli kurcalayıp babamdan fırça yerdim. Ta ki kol saatine kadar açıp bakmaya çalışan bir çocuktum. Bu merak ile bakınca sonra tabii ki keşfetmeye başlıyorsunuz. Bakıyorsunuz ki, o saatin içerisinde bambaşka bir mekanizma var. O mekanik sistemi çözmeye çalışıyorsunuz. Yaptıklarınızı daha bilimsel fikirlere dayandırmaya çalışıyorsunuz. Merak etmek, aramak, keşfetmek ve yaşamak… Bu kelimeler içerisinde hayat sizin parçanız oluyor.

Son olarak dergimizi okuyan özel gereksinimli birey ailelerine bir mesajınız var mı?

Benimle irtibata geçtiğiniz ve bu anlamda bir kazanım elde edilebileceğini düşündüğünüz için öncelikle sizlere çok teşekkür ediyorum. Ailelere de şunu söylemek istiyorum… Bir bebek dünyaya geldiğinde her annebaba çocuklarının büyüdüğünde yetişkin ve güçlü bir insan olacağına nasıl inanıyorsa, sizler de kendi çocuğunuza inanın. Çevresel koşullara çok kulak asmamaya özen gösterin. Kendi potansiyelinizi ve çocuğunuzun potansiyelini keşfedin. Emin olun çocuğunuz bir alanda başarılı olacaktır ama bu ciddi bir sabır gerektiriyor. Annem ve babam, benim bu aşamalara geleceğime inanmıyorlardı. Çünkü bir örneği yoktu. Bütün dezavantajlar benim başarılı olmayacağımı gösteriyordu. Ama ben kendime inanıyordum. Siz de kendi kendinize inanın. Olabileceğine inanın ve sabırlı olun sonunda emin olun başarılı olacaksınız.