YETEBİLMEK Mİ, YETİŞEBİLMEK Mİ?
Öğretmen, yazar ve özel gereksinimli çocuk annesi Süreyya Ülkü Güler yazdı: “Son bir yıldır yetebilmekle yetişebilmek kelimelerinin arasına sıkıştığımı hissediyorum. Dışarıdan nasıl göründüğümü düşününce daha çok canım sıkılıyor bu duruma. Durun durun, baştan anlatayım :)”
Bir arkadaşım “hızlı koştuk, çabuk yorulduk” dedi bir gün. Düşündüm, haklıydı. Özel gereksinimli çocuğun, sürekli söylenen “kritik” dönemini kaçırmayalım diyerek koşarken bulduk kendimizi. E çocuk büyüdü, o kritik dönem bitmedi sanki. Her yıl yeni bir döneme giriş yaptık. Koştukça koştuk, koştukça yorulduk. Ben bir gün tükenmiş buldum kendimi. Okula bile götürmek istemediğim, evde kendimi daha huzurlu ve çocuk için daha verimli bulduğum günlere geldik. Dışarıdan ne oldu biliyor musunuz? Çocuğu okula götürmüyor, evde tutuyor olduk. Halbuki koşarken kimse nasıl yorulduğumu görmemişti. Ama oturunca herkes gördü.
Bu bir ajitasyon değildi, bitmişlik tükenmişlikti ve büyük bir molaya ihtiyacım vardı. O mola ile hem ruhum hem bedenim koşmadan YETİŞMEYİ öğrenmeliydi.
Önce okul saatlerinde düzenleme yaptım kendimce. Kızımın bireysel öğrenmesinin günden güne daha çok önem kazandığı, okulda ise sadece arkadaşları ile etkileşimde olmasının kıymetli olduğu zamanları düzenledim. Matematik dersi yerine sosyal etkinlik dersine götürdüm. Eve gelince matematiği birlikte çalıştık. Rehabilitasyon merkezine 2 farklı gün gidip gelmek yerine, tüm derslerini onun kaldırabileceği yorgunluk seviyesine göre tek güne topladık. Böylece ikimizi de mutlu edecek ve yormayacak yeni yaşam düzenine geçmeye başladık.
Başlarda eleştirildim elbet : ) Çocuğu evde tutuyor oldum, eğitime götürmeyi bırakan anne oldum. Ama aslında daha verimli bir akademik çalışma düzenine geçmiştik. Ama bizim için asıl önemli olan konu daha duygusaldı.
Uzun zamandır İnci kendi yeterliliklerinin farkına varmaya başlamıştı. Daha doğrusu arkadaşlarına nasıl yetişemediğini. Onlar gibi yapamadığı her şey onu mutsuz ediyordu. Akademik becerilerde de, sosyal becerilerde de, fiziksel yeterliliklerinde de geride kaldığının farkındaydı ve en zoru da bununla başa çıkmayı ona öğretmekti. Çünkü konuşmasında bu kaygılardan dolayı takılmalar olmaya başlamıştı. Bu durum onu üzüyordu.
Peki, ben ne yapmalıydım? Okula tam gün götürüp onun üzülmesini izleyip, sonra konuşmasının takılmalarını mı dinlemeliydim? Bir günlük olmayan bu özel eğitim macerasında kendimi mi perişan etmeliydim?
Sonra şunu anladım. Ne yaparsam yapayım birileri eleştirecek bir şey bulacak. Çok koştursam “yazık kendine bakmıyor hiç” diyecekler, koşmasam “çocuğu ile ilgilenmiyor” diyecekler, okula götürmesem “eve tıktı” diyecekler, okula her gün götürsem çocuğumun konuşmasına bahane bulacaklar, götürmesem “okula götürmüyor” diyecekler. Yani herkes bir gün mutlaka bir şey diyecek.
Ben ne yaptım peki? Bir özel eğitimci, bir dil terapisti, bir çocuk gelişimci, bir brain fit uzmanı, bir sınıf öğretmeni ve tabi ki tüm bu süreçlerin başında bir psikolog ile bu konuyu tek tek konuştum. Ben kimim ki tek başıma karar alayım arkadaşlar? Ben sadece çocuğunu iyi gözlemleye çalışan ve uzmanlar ne diyorsa elinden geldiği kadar onları uygulamaya çalışan bir ebeveynim. Ben çocuğumla eşim arasındaki çatışmayı da çözemiyorum, kendi duygusal iniş çıkışlarımı da. Bu süreçte kendim ve eşim dahil hepimiz çocukla birlikte hem eğitsel anlamda hem de psikolojik olarak destek aldık ve almaya da devam ediyoruz.
Bu süreçte öğrendiğim en güzel şey kulaklarımı uzmanlar dışında herkese kapatmak oldu. Bizim sürecimiz 1 günlük değil. Uzunluğu da belli değil. Ben kendi kendime bir denizin ortasında yüzme öğrenemem. Birinin elimden kolumdan tutması gerekiyordu. Ve ben öyle bir döneme düşmüştüm ki, elimi kolumu değil, birilerinin kafamı tutup nefes almamı bile sağlamaya çalışması gerekti. Şimdi kolumda kolluklar, belimde can simidi ile yüzmeye devam ediyorum.
Herkesin bir şey istediği, sürekli ödevlerle karşılaştığım o süreçte kimseye mahcup olmamak ve “yaptık, çalıştık” diyebilmek için kendimi parçalıyordum. Bir gün kendi psikoloji seansıma giderken, yolda doldurmam gereken formları doldurmayı unuttuğumu hatırladım. Panik oldum, koskoca öğretmen ödevini unutmuş diyecekler diye hemen psikoloğuma ses kaydı attım. Dedim ki “Ben yoldayım, erken geliyorum, lütfen bana formların çıktısını alır mısınız? Seansa girmeden doldurup yetiştireceğim söz! ”
O bana ne dedi dersiniz? Kliniği 11 den önce açmayacağım, lütfen kendine sorumsuzluk için bir izin ver!” Erkenden vardığım kliniğin önünde, arabanın içinde oturarak o sorumsuzluğa izin verdim o gün. İşte o gün “yapmadık, çalışamadık, yetişemedik” demeyi öğrendim.
Yetişemiyorum arkadaşlar. Bazen yemek yapmaya, bazen ödevlerine, bazen piyano çalıştırmaya, bazen okuluna yetişemiyorum. Bazen ödev yaptırmak yerine kendime bir kahve yapıyorum. Geç oldu bunu öğrenmem belki ama oldu. Çok da güzel oldu.
Ben temizlik yapmaya yetişemediğim için yardım alıyorum. Ben ödev yaptırmak yerine kendime kahve yapıp, ona da “hadi git oyun oynama izni verdim” diyerek oyun odasına yolluyorum. Bir şeyi yapmayı unuttuğumda mahcup olmak yerine, “unuttum üzgünüm, ek süre verirseniz yapmaya çalışayım” diyorum. Kar yağdığında kendi kendimize kar tatili ilan edip kardan adam yapıyoruz.
Elbette eğitimden uzak, bir şeyi bırakmış veya boşlamış durumda değiliz. Sadece nefes almayı öğrendik. Ve bu yol madem ömürlük bir yol, nefes almadan yürümemiz mümkün değil 🙂