SEDA AKKUL VE FARKLILIKLARA SAYGI
Çok Gezenti’den tanıdığımız Seda Akkul okulda farklı olmanın dezavantajlarını yaşamış bir birey. Kendisi ile bu konuyu konuşmak istediğimizde “Çocuklarımız için en ufak faydası olacaksa seve seve,” diye yanıt verdi ve onunla sanki uzun yıllardır tanışıyormuşuz gibi samimi bir sohbet gerçekleştirdik.
Hep böyle sıcak kanlı, cana yakın biri misinizdir?
Fazlasıyla. Bazen günümüz iletişimde çok zararları da olabilen bir durum bu. Ama ben her zaman açık olmaktan yanayım. Samimiyet bize kazandırır, o yüzden nasılsam öyle davranmaya çalışırım. Karakterim böyle sanırım. Sizin de yaptığınız işin kutsallığı ile alakalı. Onun da getirdiği bir mutlulukla cevap verdim size. Hepimizin yaptığınız işe hem saygısı hem de şükrü olmalı diye düşünüyorum. Toplumdaki en önemli farkındalıklardan biri için büyük bir emek sarf ediyorsunuz.
Çok teşekkürler. Biz sizi ‘Çok Gezenti’ Programı ile tanıdık ama TV’de tanıdığımızın ötesinde Seda Akkul kimdir?
Elazığ doğumluyum. Babamın mesleği sebebi ile 12 yaşıma kadar Bingöl’de yaşadım. Sonrasında Konya’ya geçtim ve Atatürk Kız Lisesi’nde okudum. Daha sonrasında Selçuk Üniversitesi’nde Bilgisayar Programlama’dan mezun oldum. Mezuniyetin ardından İstanbul’a geldim. Burada bir sene bilgisayar programcılığı üzerine çalıştım, programlama yaptım. Ama henüz 20’li yaşlarımda olmama rağmen o bir sene içerisinde ‘Ne zaman emekli olurum?’ diye hesaplamaya başlamıştım. İşimi anca o derece sevmiştim yani… Asla bana göre olmayan bir bölümü asla istemediğim bir yeri okuyup, asla istemediğim bir mesleği bir yıl kadar yaptım. Bu işe uygun olmadığımı fark ettim. Zaten işverenlerim de benim bu işten hiç memnun ve mutlu olmadığımı gördüler.
Peki, bunu fark ettiğinizde ne yaptınız?
İstanbul’a yeni geldiğim dönemdi. Burada arkadaşım, çevrem, yapacak bir şeyim yoktu. Nerede bir seminer bulsam oraya gidiyor ya da sergileri geziyordum. Bu sırada bir satış eğitimi seminerine katıldım. Seminer öncesinde binaya girerken, döner kapılar vardır ya orada bir beyefendi ile karşılaştım. Biraz yaşı olan biriydi. Döner kapıdan rahat geçmesi için ona yardımcı olmaya çalıştım. Asansöre beraber bindik. Üzerinde kot tişört vardı. Asansörden indikten sonra üzerini değiştirmek için bir yere gitti. Meğerse semineri verecek eğitmenimiz oymuş, Özkan Kaymak Hocamız… Seminerin sonunda bana insan iletişimimin çok iyi olduğunu söyledi. Satış için uygun olduğumu belirtti ve bununla ilgilenir miyim, diye sordu. Ben de sigortacı oldum. 17 sene sigortacılık yaptım. Sigortacının teknik kademeleri hariç bütün kademelerinde çalıştım diyebilirim. 6 sene yöneticilik yaptım. Sigorta eğitimleri, satış eğitimleri üzerine çalıştım. Bunları yaparken de biraz fotoğrafa meyil ettim. O sırada eşimle tanıştım. Burak da çok iyi fotoğraf çeker. Zaten 30 yıllık televizyoncu. Beraber de fotoğraf çekmeye başladık. Derken Çok Gezenti’ye başladık ve ben de programın kameramanlığını üstlendim.
İlk başta kamera arkasındaydınız değil mi?
Evet, seyirci beni de görmek isteyene kadar ben aslında kamera arkasındaydım. Tercihim de bu yöndeydi.
Çok Gezenti sizin için ne ifade ediyor?
Çok butik bir iş yapıyoruz. Çok Gezenti hem samimiyeti ile hem de işi yapma şeklimiz ile aile işi gibi. Aslında 30 yıllık televizyoncu olan Burak’ın büyük tecrübesi var burada. Benim de gözümle birleştirdiğimiz bir iş ve yedinci senesinde. 7 senedir sigortacılığım da her zaman bir tarafta duruyor. Hiç bırakmadım. Diğer taraftan da sosyal medyada yaptığımız işlerle ve televizyonda yaptığımız işlerle hayata devam ediyoruz.
Koronadan önce eşinizle Türkiye’nin en kıskandığı çiftlerinden biriydiniz. Hem geziyor hem de çalışıyordunuz. Bu çalışmalar sırasında farklı kültürleri tanımak sizi nasıl etkiledi?
Aslında programda gördüğünüz ülkelerin yarısına biz daha önce gitmiştik. Program dışında gezerken baktığımız göz bambaşka, program ile gezerken baktığımız göz bambaşka oluyor. Ben hep şuna inanıyorum, dünyayı gezmeden önce benim dünyam çok daha büyüktü. Çünkü kendi dünyamı, kendi dünyamdaki dertleri çok daha fazla önemsiyordum. En ufak şeyi mutluluğa çevirmeyi de, derde çevirmeyi de daha çabuk yapıyordum. Ama dünyayı gezmeye başladığımda benim dünyamın ne kadar küçük olduğunu gördüm. Aslında tek bir karıncayı gördüğünüzde onu incelemek daha kolay ve önemli gibi görünür ama karınca yuvasını gördüğünüzde bir sürü karıncayı bir bütün olarak görürsünüz. Sanırım dünyayı gezmeye başladığımda hem kendimi hem de dünyayı bütün olarak görebildim. Dolayısıyla büyüttüğümüz bir sürü şeyin gerçekte ne kadar küçük olduğunu ama bir taraftan da zamanın ve attığımız adımların ne kadar kıymetli olduğunu dünyayı gezerken anladım.
Bambaşka yaşantılara birinci elden tanıklık ettiniz. Bu sizi nasıl etkiledi?
İnsanları eleştirme ve bir başkasının yaptığını ‘Bunu niye yapıyor?’ diye sorgulamak kısımların çok zayıfladı. Farklılıkları kabullenmek artık benim için çok daha kolay. Mesela Hindistan’a gittiğimde bir Hintlinin yaşam şekline dışarıdan çıplak gözle baktığımda Hindistan’a pis demiyorum. Bizim hijyen anlayışımıza uymayan, kendi hijyen anlayışları olan bir kültür diye bakmaya başlıyorsunuz. O da onları ilgilendirir. ‘Ben görmeye, tanımaya geldim’ diye düşündüğünüzde eleştirme gereği de duymuyorsunuz. İnsanlara daha çok saygı duymayı öğrendim. Zaten insanlara saygılıydım ama bunun içselleştirilmesi gereken bir şey olduğumu anladım.
Biz gezileriniz ile size imrenirken birden korona virüse yakalandığınızı öğrendik. Kendimizi sizin için endişelenirken bulduk. O süreçte neler yaşadınız?
Öncelikle hazır yeri gelmişken şunu söylemek istiyorum, “Virüsü Türkiye’ye siz mi getirdiniz?” diye gelen sorular benim için artık bir IQ testi. Ne demek virüsü siz mi getirdiniz? Bunu söylemek bile bence çok gereksiz ama yine de merak ediliyorsa açıklayayım. Eşim Türkiye’de hastalandı. Ben zaten Londra’daydım ve hasta değildim. Eşim benim yanıma geldiğinde öksürmeye başlamıştı. Bizim hem şansımız hem de şanssızlığımız daha dünyada virüs bilinmiyorken çok başında hasta olmaktı. Biz Londra’dan çekim için Brüksel’e geçecektik. Ancak çekime gitmek için Burak benim yanıma geldiğinde öksürmeye başlamıştı. Oradaki hastaneye bununla ilgili başvurduğumuzda Türkiye henüz dünya sağlık örgütüne Covid vakası bildirmediği için “Riskli bir bölgeden gelmiyorsunuz, dolayısıyla covid ile ilgili bir şey yapmayacağız” dediler. Zaten o dönemde Londra’da da Covidli sadece bir kişi açıklanmıştı. Şu anki gibi milyonlar, binler durumu yoktu… Biz de Burak’ın bademcik sorunu olduğu için onunla ilgili bir şey olduğunu düşündük. Bu sırada birden bire haberler alevlenmeye başladı. Eve dönelim, sınırlar kapatılırsa ülkemizde olalım dedik. Dönüp dört günü burada geçirip ortalık durulunca daha yakın bir yerde çekime gitmeye planlamıştık. Buraya geldik ve gelir gelmez hastaneye gittik. Burada yine grip teşhisi konuldu.
Peki sonrasında?
O sırada haberlerde “Yurt dışından gelenler evlerinden çıkmasın, 14 gün karantinada kalsınlar” denmişti. Evimizden hiç çıkmadık. Kimse ile temas kurmadık. İkinci gün Burak’ın ateşi çok yükselince grip teşhisi koyan aynı hastaneye tekrar gittik. Covid olma ihtimalimizin yüksek olduğunu söylediler. Sonrasını zaten biliyorsunuz. O yüzden biz ilk açıklanan vakaymışız gibi sanıldı ama aslında 49. vakaydı. Tüm o süreçte biz çift maske takıyorduk. Daha sonra geldiğimiz uçak firmasına uçuş numarasını da ileterek ‘bir durum olursa biz pozitif sonucu aldık’ diye bildirdik. Neyse ki böyle bir sorun yaşanmadığı ortaya çıktı. Bulaştırma olmamış çok şükür.
Hayatınızı nasıl etkiledi bu yaşadıklarınız?
Çok zor bir dönemdi. Etkileri şunlar… Bugün sizinle röportaj yapmadan önce 28 gündür ilk kez sokağa çıktım. 28 günden önce bir stüdyo çekimi için çıkmıştım. İşlerimiz için mecbur olunca her türlü önlemi alarak çıkıyoruz. Ben o günden bugüne neredeyse evdeyim. Aşı olana kadar da mümkün mertebe dışarı çıkmamayı planlıyorum. Neyse ki işlerimizi evde yapabiliyoruz, Buna şükrediyorum. Bir taraftan da hayatın ne kadar değerli, ne kadar kısa, önemli ve önemsiz olduğunu aynı potada gördük.
Sosyal medya hesabınızda kendiniz ile çok ilgili samimi bir paylaşımınız vardı. Dikkat dağınıklığı ve derslerde yerinizde duramamak yüzünden yaşadıklarınızdan bahsetmiştiniz. Bir uzmanla ile görüşmüş müydünüz bu problemle ilgili?
Rutin dışı bir hayatımız olduğu için, bu hayata da ayak uydurmak adına 5 senedir zaman zaman profesyonel yardım alıyorum. Hem işimde hem de özel hayatımda çok destekleyici oluyor. Bu yardımlar sırasında tabii ki çocukluğa iniliyor malumunuz. Çocukluğa indiğimiz süreçte bu da ortaya çıktı. Daha çok o sırada anlamlandırdığım bir hal aldı.
Disleksili miydiniz?
Daha önce yapılan haberlerde bu çok yanlış anlaşılmış. Bunu burada düzelteyim. Disleksili değilim, disleksi tanım yok. Dikkat dağınıklığı, odaklanma sorunum var. Bunun için de birçok yöntem var. Derin nefesler almak, odaklanmaya çalışmak… Ya da on dakika odak noktamızı değiştirmek ve tekrar tazelenip dönmek. Şu an özellikle ilkokul çağında çocuğu olanlar çok yaşıyorlardır, çocuk odaklanma problemi yaşadığından hemen masadan kalkıp gitmek ister. Bu daha da klinik bir vaka ise zaten hiç oturmak istemez. Bunlar için bazı yöntemlerini birazcık öğrendim. Benim sorunum çok hareketli olmak değildi. Benim ciddi bir odaklanma problemim vardı. Bu şu demek… Şu an Netfilix’te bir dizi var: “Anne with an E”. Çok tavsiye ederim. Anne’nin de bununla ilgili sorunları vardır. Hayallere dalar. Odaklanamaz. Benim yaşadığım bunun biraz daha üstüydü. Her şeyin flulaştığı, benim soyutlandığım, dersten koptuğum ve bu zaman aralıklarının çok kısa olduğu bir problemdi. Dolayısıyla odaklanmanızı burada öğretmenin sağlaması gerekiyor. Çok büyük bir yük mü öğretmenler için? Evet. Ama mesleğin de gerekliliği mi? Maalesef yine evet. Tabii sadece öğretmenlere değil ailelere de çok görev düşüyor.
Peki, siz çocukken sınıf ortamında farklılığınızı hisseder miydiniz?
Tabi ki! Yetişkinlik çağımda yaptığım meslekler, hem televizyonculuk hem sigortacılık tamamen iletişime dayalı. Fakat benim çocukluğum hiç iletişim kurmadan, neredeyse hiç arkadaş edinmeden geçti. Sadece benim yanıma gelenlerle diyalog kurabilecek kadar arkadaş edinebilen, herkesten uzak duran, çok sessiz bir çocuktum.
Sizden bunu duymak pek çok izleyiciniz için gerçekten sürpriz olacak… Sizdeki değişim ne zaman başladı?
Yetişkinlik çağında ben kendimi anladıktan sonra bunun üzerine gidip ‘Aa ben aslında öyle biri değilmişim’ dedim. Öyleden kastım şu… Kendimi tanıdığım kişi değilmişim. Bir ressam aslında doğuştan ressam olduğunu bilmez ya… Ya da bir heykeltıraş doğuştan heykeltıraş değildir. Zamanla sanatını algılar. Yaşam da bunun gibi bir şey. Bizim gibi çok standart büyümemiş, odaklanma sorunları olan çocukların ileride kendini keşfetmesi çok önemli. Tabii keşke çocukken keşfedebilse. Ben şanslıyım. Belli bir süre sonra aslında iletişim kurmayı sevdiğimi, buna yatkın olduğumu anlayabildim ve bunun üzerine gidebildim.
Ondan önce?
Çok sessiz, kendi odasından çıkmayan bütün hayatı kitapları ve odası olan biriydim. Derslerde gizli gizli kitap okurdum çünkü o dünyada olmak istemeyen bir çocuktum. O dünyadan kaçan, kaçtığı için de sıranın altında kendi kitaplarına sığınan bir çocukluktu benimkisi.
Kendi çocukluğunuza baktığınız zaman ‘o zaman keşke bana şöyle yaklaşılsaymış’ dediğiniz şeyler oluyor mu?
Çoook… Şu an öğretmenlerimizin bu eğitimleri aldığını ve çok değerli öğretmenlerimiz olduğunu biliyorum. Daha bilinçli, dolayısıyla da bu anlamda profesyonel olarak bir eğitim ile yaklaşabilirler. Belki bizim dönemimizde de vardı ama bana denk gelmedi. Bilemiyorum… Eğer bugünümde bir farklılık yaratmayacaksa aslında hiç geriye dönen bir insan değilim. Ama benim dönemimde keşke olmasaydı dediğim şeyler var.
Neler mesela?
İlkokul 3’teyken de benim sınıfım öğretmenim değişti. Sanırım 1. 2. ve 3. sınıftaki öğretmenim aslında her şeyin farkındaydı. Bendeki değişikliklerin, bendeki farkılılıkların… Mesela Bingöl gibi bir yerde ben kara basmaktan korkardım çünkü dışarı çıkmaktan korkuyordum yine kendi dünyamda kalmak için. Teneffüse beni kucağında çıkaran bir öğretmenim vardı. Çok özenli bir öğretmendi gerçekten. Ben tabi o sıra anlayamıyordum bunu. Çok doğal karşılıyordum. Ama sayesinde biraz daha arkadaşlık kurabilen biraz daha dışa dönük bir çocuğa dönüşmüştüm. Fakat Rahmetli İlhami Hocam’ı Bingöl’ün terör döneminde yine terör ile ilgili bir konuyla maalesef çok erken bir yaşta kaybettik. Rahat uyusun… Sonrasında bu konuları bilmemekle beraber beni çok yadırgayan bir hocam oldu. “Bu kız anlamıyor, bizim anlattıklarımızı algılamıyor” diyen ve sınıf içerisinde beni tahtaya kaldırıp “yine anlamadın di mi?” şeklinde uyaran hatta yan sınıfta okuyan abimi getirip “bakın abisi çok çalışkan ama bu tembel! Abisi gibi olun ama bunun gibi olmayın” diyerek ayda bir ifşa edilen bir çocukluğum oldu. En azından keşke bu kadar olmasaydı diyorum. Tabii ki yaşadıklarımı çok örneklendirebilirim. Ama yaptığımız röportajı okuyan kişiye faydası olabilmesi adına bunu Küçük Emrah modunda anlatmayı çok tercih etmiyorum. Buradaki hedefim “Bakın benim şöyle kötü bir öğretmenim oldu ” demek değil. Tek bir insanı hedef göstermek de değil. O yüzden asla ismini vermedim. O kendisini biliyorsa zaten yaptığını biliyordur ama bence eğitimi o kadardı.
Bunları yaşamak sizin özgüveninizi hiç etkiledi mi?
Etkilemez mi! Zaten içe kapanık olan, hayattan soyutlanan, odaklanma sorununu had safhada yaşayan bir çocuktum. Tamamen içe kapanık olmuştum. Şöyle bir şeyi hatırlıyorum “Galiba ben hastayım ve çevremde bana iyi davranan arkadaşlarım bana acıyorlar. O yüzden bana iyi davranıyorlar” diye düşündüğüm bir hayal dünyam vardı mesela. Çok uzun süre, ergenlik dönemine kadar insanların benimle bu yüzden iletişim kurduğunu zannettim. Sonra bir müddet ailemle aynı evi paylaşmadığım bir yurt dönemim oldu. O dönemde gittiğim okulda etüde gelen birkaç üniversiteli eğitmen vardı. Orada edebiyat sınıfında okuyan bir kız vardı. Ben de kitap okumayı çok seviyordum. Onun kitaplarını okumaya başlayıp harçlık karşılığında onun tezini ve dönem ödevlerini yazmaya başladım (gülüyoruz). Sonra arkadaşlarının dönem ödevlerini de yazmaya başladım. Bunu yaparken de ortaokuldaydım. O benim dünyamı çok değiştirdi. Tamamen kitaplardan bir dünya kurmak ve ilgimi yönlendirebileceğim bir hayat oluşturmak benim büyük değişimim diyebilirim.
Erişkin yaşamınızda kendi hayatınıza yön vermeye başladığınızda, neleri gözünüzde çok büyüttüğünü fark ettiniz?
Bambaşka bir kişiymişim gibi, “Aaa ben bunu yapabiliyormuşum” dediğim çok şey oldu. Bunları fark ettiğimde tam o çocukluğumdaki örneği vereceğim… “Bende bir sorun yokmuş. Kimse de acıdığı için benimle arkadaşlık kurmuyormuş” dedim kendime. Sorunum olmadığını, değişik biri olmadığımı, sadece bir odaklanma problemim olduğunu fark ettim. Benim bunu yönlendirebileceğimi fark ettim ve içten içe yönlendirmeye başladım.
Bunu nasıl yaptınız?
Zevk almadığım şeyleri yapmayarak. Orada olmak istemediğimde, olmayarak. Bunu benim gibi yaşayanlar anlar… Sinemada 15 dakikadan fazla duramayanlar kulübü diye bir şey kurabiliriz mesela ya da TV’de film izlerken elinde bir iş daha yapması gerekenler. Ev temizliği yaparken kulağında dizi dinleyen bir insanım ben. Sadece izlerken çok fazla odaklanamıyorum, izleyemiyorum. İletişim kurmayla, dinleyebilmeyle ilgili eğitimler aldıkça da bazı şeyler rutine oturdu.
Son eklemek istediğiniz…
Çok klasik ama çocuklar gerçekten bizim geleceğimiz. Geleceğimizin gerçekten güzel olmasını istiyorsak tüm farklılıklara açık olmamız bunları desteklememiz, özellikle farklı gelişen çocukların ailelerini desteklememiz gerekiyor. Hiç kimseye acımayın. Acımak çok yanlış bir duygu. “Ah farklı çocukları var…” diye acıyarak hiçbir şey yapmayın. Orada bir farklılık var. Farklılık nedir? Sizde olmayan şeydir. Sizde olmayan daha dikkat çekici bir şeye biz farklılık deriz. O farklılığa acımak dışında yapabileceğiniz çok daha pozitif şeyler var. Bunlar en azından o çocuklara acıyarak bakmamak ile başlar. Kendi çocuklarınıza farklılığın normalliğini anlatmakla başlar. Destek vermekle başlar. Hiçbir şey için yapmıyorsanız kendi geleceğimiz için bunu yapmanız gerekiyor.
Röportaj: Rana Zeynep Çömlekçi