RENAN BİLEK: “HER FARKLILIK, CİDDİ BİR RENKTİR”

“Öyle Bir Geçer Zaman Ki”, “Doksanlar”, “Yeşil Deniz” ve Yeni Gelin” gibi televizyon dizileri sayesinde geniş kitlelerce tanınan Renan Bilek’in ekranlardan tanık olduğumuz yeteneği, buz dağının sadece görünen kısmı.

Renan Bey, geniş kitlelerin sizi tanıması televizyon sayesinde oldu. Ama bunun ötesinde tiyatrocu, müzisyen ve yazar olarak emek dolu bir geçmişiniz var. Nasıl başladı tüm bunlar?

İlkokul 2.sınıftaki mandolin kursundan başlatmak sanırım çok da yanlış olmaz. 3. sınıfta müzik öğretmenin isteğiyle gitara geçtim. Sonrasındaysa ortaokul ve lise süreci. Okuldaki müzik çalışmaları. Konservatuara gitmeyi çok istemiştim. Ailem yollamadı. Lise yıllarında tiyatroyla ve edebiyatla tanışma. 1980 Cuntasının hayatı ve özellikle politik alanda ifadeleri kısıtladığı bir dönemde, hayatı sorgulayan bir ortaokul ve lise öğrencisi olarak, kültür ve sanata yaslanarak kendini ifade etme çabaları. Sonuç bu 🙂

Sanatçı olmak istediğinizi anladığınız ‘ben bunu yaparken kendimi gerçekleştiriyorum’ dediğiniz bir an oldu mu yaşamınızda?

“Sanatçılık” bir unvandır, meslek değil. Ben meslek olarak müziği seçmiştim. Müzisyen olmak istiyordum. Zaman içerisinde, sahne kullanmayı öğrenmek için ilgilenmeye başladığım tiyatro oyunculuğu, eğlenerek yaptığım bir iş haline gelmeye başladı. İletişim Fakültesinde Radyo-TV-Sinema okudum. Ve Gazetecilik Yüksek Lisansı. Bir yandan çalıştım. Reklamcılık yaptım. Metin yazarlığı yaptım. Dergilere yazılar verdim. Hep yaratıcılıkla ilgili işlerle ilgilendim kültür sanata değin. Kendimi ifade edebildiğim alanlarda olmak istedim açıkçası. Hayatla ilgili karın ağrılarımı dökebilmeyi istedim hep. Ama işte bunu gerçekleştirdiğiniz alanların hepsi, aynı zamanda da birer meslek. Yani Cem Karaca’nın dediği gibi “çorbanın da kaynaması lazım”. Ve sizin karın ağrılarınızın ifadesi, her zaman çorba kaynatacak bir eder etmeyebilir. Bu da bir gerçek 🙂 En nihayet, becerebildiğim ölçüde bir denge kurarak, seçtiğim yolda devam etmeye çaba gösterdim diyelim.

Sanatsal yeteneklere sahip olmanın, keskin zekaya sahip olmaya benzer bir yanı var sanki.  İkisi de hediye ama üzerine emek verilmesi gereken hediyeler. Mesela çocuklukta, ilk gitarınızla henüz zanaatkarca çalışırken ve şarkıların sesi hiç de istediğiniz gibi çıkmazken, devam etme motivasyonuz neydi?

Tabii ki herkes beğenilmeyi, takdir edilmeyi bekler. Aldığınız alkış, beklediğiniz bu duygunun haz noktasıdır zaten. Egosantrik bir olay. Ama eğer haz noktasını, kimin ne dediği ya da beğenip beğenmediği üzerine değil de kendinizin ne istediğiniz üzerine koyarsanız, sadece yapmak, o işin sürecinde olmak, hazzın bizzat kendisi oluyor. Yani aslında, her ne kadar yolun nereye gideceği ya da nereye gitmek istediğinizin önemi tartışılmaz olsa da, bu noktada sadece “yolda olmak” eyleminin kendisi, başlı başına bir haz kaynağı hatta “anlam” olmaya başlıyor. Sanırım ben sadece istedim ve yaptım. İsteyerek yaptım. İçime sinmeyecek şeylere hiç bulaşmadım. Kimseye hesap vermedim. Ama gelişmeye yönelik her sözü dinleyip, bilgiyi önemsedim diyebilirim.

Ferhan Şensoy ile usta çırak ilişkisine dayanan bir çalışma döneminiz olmuş. O ilişki ve Ses Tiyatrosunun atmosferinde o havayı solumak, sanat çizginizi nasıl etkiledi?

Ses Tiyatrosunun inşasında bile çalıştım, havasını solumak ne ki?.. 🙂 Ama benim ilk yuvam şimdi Sinema Müzesi haline getirilirken yok edilen Küçük Sahne’ydi. Ben ustanın ekibine dahil olduğumda, henüz Küçük Sahne’de oynuyorduk. Ferhan Usta çok özel bir adamdı bence. Bir kere her şeyden önce müthiş bir beyindi. Ve o kadar iyi bir yazardı ki, kalemi sayesinde kendi oyunculuğunu, tarzını hatta ekolünü yaratmıştı. Çalışması kolay bir insan değildi bence. Doğru yaptığınız bir şeyi belirtmek yerine, genelde yanlışlarınızı önünüze koyan bir ustaydı. Ama bir şey almak isteyen için, bu da önemli bir yol. Çünkü bazen, tek bir doğru olmayabiliyor. Hele oyunculukta. Ama yanlış çok net ve hatta tek olabiliyor. Dolayısıyla bir şey için gerçekten kafa yoruyorsanız eğer, ne olması gerektiğini ne olmaması gerektiğinden de bulabilirsiniz. 🙂

“Farklılıklara saygı konusunda, özel gereksinimli bireylerin karşılaştıkları tutumda yalnız olmadıklarını düşünüyorum.”

Canlandırdığı karaktere göre tipini en çok değiştiren oyuncularımızdan birisiniz. Farklı tiplere bürünmek sizin de hoşunuza gidiyor mu yoksa sadece iş olarak mı görüyorsunuz?

Bunun farkında olunup dile getirilmesinin gururumu okşadığını ifade etmeliyim. 🙂 Bence sorunuzun iki ucu birbirinden farklı değil. Yani bence her ikisi de aslında.  🙂 Evet bu bir iş. Ve kanaatimce de bu iş zaten böyle yapılmalıdır. Sürekli aynıysan, ya cepten yiyorsundur ya da hep aynı tipte işler yapıyorsundur diye düşünüyorum.

Ama aynı zamanda bundan büyük de bir zevk hatta heyecan duyuyorum. Zaman zaman “Başına iş aldın… yapmasan olmaz mıydı yahu…” diye düşündüğüm olmadı değil ama ne yalan söyleyeyim, aynaya baktığımda karşımda onları görmeyi seviyorum. 🙂

Sizde eski zaman insanların adabını, samimiyetini ve sakinliğini hatırlatan bir hava var. Peki, ya siz kendinizi bu anlamda nasıl görüyorsunuz? Kendinizi yaşadığınız çağa ait hissediyor musunuz? 

Öncelikle adab ve samimiyet noktasında teveccüh buyurdunuz. Teşekkür ediyorum. Ama sakinlik konusunda tereddütteyim. Belki bir “geç dönem” tavrı olabilir. Zira gençliğim pek de sakin geçti diyemem :-). Yaşadığım çağa ait miyim? Bilemiyorum. Gerçekten bilemiyorum. Gençlerle çok zaman geçiririm. Hayata bakışlarını anlamaya çalışırım. İyi bir deneyim oluyor. 15 yaşında da bir kızım var birlikte yaşadığım. Şüphesiz garipsediğim çok şey oluyor. Ama annem babam da beni garipsemişlerdi. Onlarla da belli bir yaşa ve onamaya gelene kadar pek anlaştığım söylenemez. Ama ebeveynlerimleyken nasıl bildiğimi okuduysam, gençlerleyken de aynı şeyi yapıyorum. Ben bildiğimi yaşıyorum. Ama dürüst olayım, sanırım şimdilerin “oldies but goldies” denilen bir yaklaşımdayım hayata dair 🙂

Bir söyleşinizde çocukluğunuzdan bahsederken “biz zorbalığa karşı duruş olarak büyütüldük” diyordunuz. Kendi zamanınız ile kızınızın zamanı arasında nasıl farklar görüyorsunuz?

Bu soruyu yanıtlamak gerçekten çok zor. Çünkü iki dönem arasında sadece nesiller arasında süregelen “jenerasyon farkı” yok. Memleketin hatta dünyanın yaşadığı ve yaşattığı büyük değişiklikler var. Hayatın bizzat kendisi büyük değişiklikler içerisinde. Ekonomik şartlardan siyasi iklime kadar her şey değişik. Buna paralel olarak moral ve ahlaki değerler bambaşka. Bir de bu dönem ergen ve gençlerinin, savaşlar, depremler ve pandemi gibi yaşadıkları, deneyimledikleri olumsuzlukları düşünürsek, gerçekten kıyas mümkün değil. Belki sadece kendi kızım özelinden bahsetmek doğru olur benim için. İlerde ne olur bilemem. Ama şu ana dek şahit olduklarım, tepkilerin tezahürü noktasında farklılıklar olsa da özünde kendisiyle gurur duyduğum bir hassasiyet ve düşünsel yapıya sahip diyebilirim.

Galatasaray Lisesi gibi Türkiye’nin en köklü eğitim kurumlarından birinden mezunsunuz. Mezun olduğunuzda, tek başına o okulun diploması bile kariyer seçeneklerini çok genişletiyordu diye tahmin ediyorum. Böyle bir okuldan mezun olmuşken, “boş ver sanatçı olma. Hobi olarak yaparsın,” diyenler var mıydı?

:-))))… Öncelikle ailem.. Konservatuara göndermeme nedenleri tam da buydu. Yıllarca babam bana “Bak Erol Evgin’e. Aslında mimar… Ama şarkı da söylüyor,” dediği için, bizim evde ciddi anlamda sevilen, hayranlık duyulan Erol beyden ben yıllarca nefret ettim sanki müzisyen olmama o engel oluyormuş gibi :-). Ama ne yalan söyleyeyim üniversite sınavına girdiğimde ben de hala bir meslek seçmem gerektiğini düşünüyordum en azından bazı sesleri kesmek için. Fakat bugün dönüp baktığımda, ben girdiğimde Basın Yayın Yüksek Okulu olan sonranın İletişim Fakültesini değil de seçim listeme yazdığım Uluslararası İlişkiler, Kamu Yönetimi ya da Hukuk Fakültelerini kazansaydım geleceğim nasıl olurdu, gerçekten bilemiyorum 🙂

“Sürekli aynıysan, ya cepten yiyorsundur ya da hep aynı tipte işler yapıyorsundur diye düşünüyorum.”

Bir söyleşinizde ‘dikkatsiz bir öğrenciydim’, dediğinize rastladım. Geriye dönüp baktığınızda hiç “bende dikkat eksikliği, DEHB olabilirmiş aslında,” diye düşündünüz mü?

Düşünmedim sanırım. “Çok hareketli… Yaramaz…” gibi kavramları da göz önünde bulundurduğumda, belki de “Hiperaktif” durumum da vardı ama hiçbirine kafa yormadım. Geçmiş gitmiş. Bu saatten sonra ne olacak ki artık 🙂 Bir de kendimle hesaplaşırken dikkatsizliklerimi sanırım, “acelecilik”, “özgüven patlaması” ve /veya “can sıkıntısı” gibi durumlarla tanımladım genelde. Ya da öyle tanımlattılar. 🙂

Akla mı inanırsınız yoksa zekaya mı?

Zekaya büyük bir saygı hatta hayranlık duyarım. Ama akla inanırım. Zekâ, genetik bir plan ya da Allah vergisidir bana göre, artık kim nasıl değerlendirirse. Ama ben, yaşanmışlıklara kafa yorarak geliştirilen aklın ve analitik düşünme sisteminin gücüne inanırım. Üstelik hayatı, duygusal tepkilerle geçmiş biri olmama rağmen 🙂

 

STK çalışmalarında da aktif rol alan birisiniz. Biraz da orada yürüttüğünüz çalışmalardan bahseder misiniz?

Ben demokrasi kavramının örgütlü toplumsallıkta kendini bulduğunu düşünürüm. Okulunuzun mezunlar derneği, çocuğunuzun okul aile birliği mesela… Ya da tuttuğunuz takımın kulüp üyeliği. İlla ki meslek odaları/birlikleri hatta hobi ve düşün kulüpleri vs. Günümüz yaşantısında zaman ayırmanın güç olduğundan dem vurulur genelde ama en azından fayda sağlayacağınız alanlarda bulunmanın, buralara zaman ayırmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda ben de okulumun mezunlar derneğinin ve taraftarı olduğum spor kulübünün üyesiyim. Mesleki olarak da Bursa Gazeteciler Cemiyeti, MESAM ve Müyorbir üyesiyim. FİLMYAP Yönetim Kurulu üyesi, Sinema Oyuncuları Meslek Birliği BİROY’un Yönetim Kurulu Başkanı ve TOBB Türkiye Kreatif Endüstriler Meclisi üyesiyim. Pandemi sonrasında kendi işlerim yanında sinema sektöründeki telif hakları sorununa kafa yormuş bir haldeyim. Buna paralel olarak ülkemizdeki Sinema sektörünün, özellikle tüm dünyada önemli bir konuma gelen Dizi Film sektörünün, işleyiş ve haklar yönünden de “sektör” kavramına ve kendisine yakışır bir şekilde dünya standartlarına gelmesi için çaba gösteriyoruz diyebilirim.

Biliyorsunuz biz özel gereksinimli bireyler için çalışan bir derneğiz. Sizin yolunuz hiç özel gereksinimli bireyler ile kesişti mi?

Aslında oldukça da erken kesişti diyebilirim. Daha ilkokuldayken, okuduğum ilkokulda “Özel Sınıf” diye adlandırılan bir sınıf vardı. Doğrusu içeriğini çok anımsamıyorum. Bize detay verilmezdi. Sadece onların “özel” çocuklar olduğu ve onlara karşı anlayışlı ve gerektiğinde kendilerine de yardımcı olmamız söylenirdi. Okul çıkışı eve giderken yolun büyük bir kısmını beraber gittiğim bir arkadaşım da vardı içlerinde. Mahallemizde de o dönemler çeşitli tanımlarla etiketlenen ama günün sonunda mahallemizin çocuğu olması nedeniyle “bizim” olan kardeşlerimiz olmuştu biz büyürken.

Farklılıklara saygı kavramı sizin için ne ifade ediyor?

Farklılıklara saygı konusunda özel gereksinimli bireylerin karşılaştıkları tutumda yalnız olmadıklarını düşünüyorum. Zira 80’li yılların Neo-Liberal politikalarının bir sonucu olarak 2000’li yıllara gelindiğinde, Kitle Kültürünün Tüketim Ekonomisi açısından tek tip insan yaratma hedefi, bizim coğrafyada sadece ekonomik değil, siyasi hatta ahlaki temelde de tek tip çabası içerisine girdiği kanaatindeyim. Bu bağlamda, birey olmanın bilincinden uzak kitleler, farklılıklara karşı tahammülsüz, dışlayıcı ve hatta ötekileştirici bir hal aldılar diye düşünüyorum. Oysaki her farklılık, ciddi bir renktir bence. Ve farklı kimliklerin, kişiliklerin ve fikirlerin iletişimi, zaman içerisinde, ebru sanatı gibi, yepyeni renklerle bezenmiş, kendine özgü, biricik tablolar oluşturur.

Otizmli, down sendromlu ya da CP’li çocuğu olan bazı ailelerimiz yadırgayan bakışlar ile mücadelede etmemek için bazen evden çıkmak bile istemiyor. O ailelerimize ne söylemek isterseniz?

Tabii “uzaktan konuşmak kolay” cümlesiyle karşı karşıya kalmak pahasına bu mücadeleden vazgeçmemeleri gerektiğini ifade etmek istiyorum. Asla kolay bir şey olmadığının farkındayım. Yorucu… Hatta yıpratıcı… Ama o evden çıkışlar, yalnızca çocuğumuzun hayata karışması ve hayatı paylaşması sürecine değil aynı zamanda o farklılığı reddeden, hatta ötekileştirmeye çalışan nobran tavırlara karşı kimi zaman bir farkındalık aşısı kimi zaman da bir başkaldırıdır. Ve bu olası eve kapanışlar, toplumsal hayattaki var oluş alanlarının terk edilişi olacaktır. Hayat farklılıklarımızla güzel. Ve bizler her ne pahasına olursa olsun hayatı ve farklılıklarımızı savunmalıyız.