“İnsanların bakış ‘acı’ları var”
Sen engelliyi görüyorsun ama sen ona baktığında engelli ya da özel çocuk ne görüyor? Acıyarak mı bakıyorsun, küçümseyerek mi bakıyorsun, amaaaan diyerek mi bakıyorsun? “İnsanların bakış acıları var” diyen Polat Labar ile eğlenceli radyo şovunu ve fark etmemiz gerekenleri konuştuk.
Radyo dünyası ile tanışmanız nasıl oldu?
Satış sektöründe çalışıyordum, farklı işler yapıyordum. Geriye dönüp baktığımızda aslında ben o işi de bir radyo şovu gibi yapıyormuşum, onu da sonradan anladım. Mümessilliğimde de “mümessil olduğuna emin misin?” diye sorardı doktorlar bana. Mümessilliği yaparken de bir şey üretmek istiyordum. Sonra baktım etraftaki insanlar çok gülüyor. “Acaba ben insanları güldüren biri miyim? Yoksa onlar benim arkadaşım olduğu için mi gülüyorlar” derken radyo programı bu iş için çok uygundu. Evde kendi kendime denemeler yaptım, demo hazırladım ve radyoya götürdüm. Çarşamba götürdüm, “cumartesi başla” dediler. Tesadüf gibi, şans gibi bir şey oldu.
İkna kabiliyeti yüksek biri misiniz?
İkna kabiliyetinden ziyade satıştaki en önemli konu karşındakini çok iyi anlamak ve onu konuşturmaktır. Benim iletişimim çok kuvvetli olduğu için insanları konuşturabiliyordum. Konuşturunca ihtiyacını anlıyorsun, anlayınca ihtiyacını gideriyorsun, giderince de satıyorsun… Birine bir şeyi dikte ederek ikna etmeye zaten inanmıyorum. Güçlü iletişim beraberinde iknayı da getiriyor.
Program öncesinde bir hazırlığınız oluyor mu?
Olmuyor. Olursa iyi olmuyor. Yayına geldiğimde o gün ne konuşacağımızı ben de bilmiyorum. Benim okuduğum haberler bir gün öncenin haberleridir. Sabah erken saatlerde gazeteleri alıyorum, okumadan gece sadece başlıklarına bakıyorum. Robot işten kovuldu, ayda su bulundu… “Bana buradan malzeme çıkar” dediklerimi kesiyorum ama altında ne yazdığını okumuyorum. Çünkü zihin 24 saat şaka yapıyor, okuduğum an bir şaka yapıyorum kendi kendime. Bu sefer o şakayı yarın sabah yapmak istiyorsun ama artık ondan itibaren yazılı bir metni canlandırmaya giriyor, o da bana samimi gelmiyor. Haberleri okuyorum, “hadi bugün bunu konuşalım” diyorum, hep doğal akıyor, öyle lezzetli oluyor çünkü. Oturup akşamdan düşünsem belki yayında yaptığım esprinin beş kat iyisi bir espri de bulabilirim ama etkisi o beş kat daha düşük esprinin etkisinde olmaz. Çünkü anlık zekanın da karşılığı var dinleyicide. O an söylediğini biliyor ve onu seviyorlar.
Sizin için mikrofon başında olmanın en keyifli yanı ne?
Her şeyiyle keyifli… Polat Labar’ın dünyası gibi bir şey bu. Benimle ilgili yapılan yorumlarda sosyal medyada görmüştüm “Polat Labar bulmuş zeki dinleyicileri, program yapıyorum diye bizi yiyor” gibi bir şey yazılmış, çok hoşuma gitti. Çünkü ben gidip müracaat edip bulmadım, onlar beni buldular. Dolayısıyla ben yarattığım dinleyici kitlesinden inanılmaz haz alıyorum. Yıldız futbolcu olmak çok güzeldir ama teknik direktör en yıldız futbolcuları bulup onları oynatıyor, onun gibi bu dizaynı oluşturmak benim için inanılmaz keyifli… Dinleyiciler arasında kamyon şoförü de var, profesör de var. O homojen yapıya ayrıca bayılıyorum. Kimseyi kimseden ayırmadan, herkesi aynı platformda buluşturuyoruz. Mizah zaten böyle bir şey olmalı.
“Sıradan Söylemlere Karizmatik Cevaplar” köşesinden bir kitap yayınladınız… Haykırma köşesinden de bir kitap çıkar mı?
Oradan ansiklopedi çıkar, serisi yapılır! Demek gerçekten insanların çok ihtiyacı olan bir şeymiş ki, herkes bana “Haykırma köşesi projeniz çok güzel” diyor. Öyle bir proje olmadı ki hiç! Ben projelendirip, “radyoda böyle bir köşe yapacağım, insanlar haykıracak” diyerek yapmadım. Bir dönem çalıştığım bir radyoda telefon bağlantılarından hiç memnun değildim, istediğim verimi alamıyordum. Altı ay kadar hiç kimseyi bağlamadım. Program interaktif değildi, giriyorum iki saat konuşuyorum, gülüyorum, eğleniyorum, çıkıyorum. 14 Şubat Sevgililer Günü geldi, dedim ki “Biliyorsunuz ben telefon almıyorum ama bugün Sevgililer Günü’ne özel olarak alayım. Siz de sevginizi, aşkınızı haykırın…” Ardı ardına telefonlar geldi. 15 Şubat ise Dünya Yalnızlar Günü’dür, 14 Şubat’ın alternatifidir. “Dün sevgilisi olanlara haykırma fırsatı verdik, bugün de yalnızlar haykırsın” dedim ve yine telefonlara çok büyük bir ilgi oldu. “Madem bir şeyleri haykırmak istiyorsunuz her gün saat 8.00’de 5 dakika haykıralım” diyerek başladık, beş dakika yetmedi 10 oldu, 10 yetmedi 15 oldu, 1 saatlere kadar çıktık. Sonrasında “Haykırma Köşesi” sponsorları olan, program içinde bir program haline dönüştü. Zaten kendi içinden imal olan her şey çok tutuyor. Ne zaman “bu programın içine şöyle bir köşe yapalım” desek onu kısa bir zamanda bitiriyoruz ama kendiliğinden ortaya çıkan şeyler hep kalıcı oluyor.
Kişisel gelişime merakınız var… O nasıl başladı? Neler yapıyorsunuz?
Yaşam koçu dediğinizde “o ne karışacak benim giyeceğime” gibi bir reaksiyon olabiliyor. Ama bilmiyorlar ki, yaşam koçları size asla tavsiye vermeyen insanlardır. Mesleğin birinci kuralı fikrin olmayacak bir kere. Sana sorgulatmayı çok iyi yapan bir iştir. Hayatı boyunca iç huzuru, mesleki huzuru tam, zirvede olan insanların hayatları analiz edilmiş ve bu başarılarındaki ortak noktalar belirlenmiş. Nasıl konuşan insanlar başarılı olmuş? Nasıl davranan insanlar başarılı olmuş? Bunu resmen süzmüşler ve ellerinde bir takım veriler oluşmuş, bunları alıp modelleyip sana giydirdiğimizde sen bunu anlayıp içselleştirip hayatına dahil edersen, bir anda mucize gibi senin hayatın da çok düzeliyor. Çünkü sen artık doğruları yapmaya başlıyorsun. Biz boş hard disklerle dünyaya geliyoruz. “Kova burcu insanı çok zekidir, Kova burcu insanı çok yaratıcıdır” deniliyor ve doğduğun günden beri sana pompalanan bir bilgi bu. Beynin artık kabullenmiş ve diyor ki, “ben kova burcuyum benim aklıma bir şey gelmesi lazım”. Sebebi bütün bu insanlar doğdukları andan itibaren bununla zaten kodlandılar.
Oğlunuzla ilişkiniz nasıl? Nasıl bir babasınız?
Barkın’la gerçekten arkadaş gibi bir ilişkimiz var. Müdahale edilmesi gereken yerlerde tabii ki ediyorum. Bir gün fark ettim ki evde herkes ona “tamam” diyor, biz anneyle ayrıyız bir de… Baktım herkes her şeye “tamam” diyor, bu çocuğa “dur” diyecek birisi lazım diyerek ben devreye girdim. Barkın’ı ben kendimce doğru olanlarla yetiştirdim. Ne okulu, ne dersleri üzerine zerre konuşmadım. Bir tane önceliğim vardı özgüveni. Hep özgüvenine çalıştım. Daha çok küçüktü, atlı karıncalara biniyordu, “Boş ver atlı karıncaları gel, biz seninle roller coaster’a binelim” dedim. “Ben binemem” dedi. “Oğlum korkacak bir şey yok, sen kendini seviyorsun, kendini garanti altına almak istiyorsun. Peki ben senin babanım, benim seni nasıl sevdiğimi biliyor musun, ben seni kendimden bile çok seviyorum, sence ben seni riske atar mıyım?” dedim. “Atmazsın” dedi. O zaman sence deneyebilir misin bunu?” dedim. Bindik, indik yüzüme baktı “Baba bence bir sefer de tek binmeliyim” dedi. Hayatta hep bu tarafını güçlendirmeyi önemsedim. Sen herkesin içinde konuşabilirsin, sen yapabilirsin… Şimdi bir radyo programına başlayacak, kendi programı için sponsor arıyoruz.
Sizin özgüveniniz de güçlü ve siz onu çok güzel karşı tarafa aynalama yapıyorsunuz… Bu nereden geliyor?
Çok ilginç bir şekilde ben ortaokuldayken şu anki adam olacağımı biliyordum. “Radyo programcısı olurum” demiyordum elbette ama nasıl bir adam olacağımı biliyordum. Herkes oyun oynarken mesela ben santralcinin yanında oturup onunla hayatı konuşurdum. Bir şekilde bunu tetikleyen bir şey vardır. Belki izlediğim bir film, belki o zamanlar tanıdığın biri…
Bir rol modeliniz var mıydı?
Lisede rol model aldığım birisi vardı. Bunu ben yayınlarda da söylerim. Bir ayakkabıcı Özhan abi. Onun hayata bakış açısı efsaneydi. Herhangi bir engel çıktığında adam “o zaman şöyle yaparım, böyle çözerim” derdi. Ben önüme bir engel mi çıktı, zıplarım duvarın üstüne çıkarım, geçemiyorsam bu duvar geçilemez derim ama Özhan abiye sorsan alttan kuyu kazar, altından geçer, yanından geçiş var mı ona bakar, olmuyor mu yaylı bir sistem kurar… “Adam bir şekilde duvarı geçiyor, ben bu bakış açısını getiremiyorum” diye bir şey fark ettim ve sonra şöyle bir oyun oynamaya başladım: Hayatımda hiçbir sorun olmayan konularda bile sorun çıksaydı ne yapardım? Bunu günlük bir oyuna dönüştürdüm ve bu oyunun gereği yeni bakış açıları getirmeye başladım. Yeni bakış açıları bulabildiğini gördükçe daha çok heyecanlanıyorsun. Aslında Özhan abinin o tavrı benim bugünümü inşa etti. Şimdi benim yaptığım işin ana temeline bakarsak her konuya diğer açıdan baktığım için mizah çıkıyor. Bu çok önemli bir dönüm noktası benim için.
Kişisel gelişime ilginiz radyoculukla birlikte mi başladı, öncesinde de var mıydı?
Daha önce ilaç sektöründe çalışıyordum ve biz orada pek çok eğitimler alırdık. Sonradan kişisel gelişim dünyasını tanıyınca fark ettim ki, ben o eğitimlerin çoğunu zaten almışım. O zaman kişisel gelişim eğitimi demiyorlardı, zaman kullanımı diyorlardı, iletişim diyorlardı… Ben o eğitimleri harfiyen içselleştirerek alan kişilerdendim. Ben orada kendimi fark etmeyi geliştirmişim. İlaç sektörü bana verdiği farkındalıkla o sektörü bırakıp buraya geçmem gerektiğini öğretmiş. Şimdi de kişisel gelişim dünyasını irdelerken daha çok teyit ediyorum. Yeni bakış açıları getiriyorum. O dünyanın da kendi içinde gördüğüm bir takım eksikliklerini ortaya koyup bir değer daha katmaya çalışıyorum. Ben kendi kişisel gelişim misyonumu zaten programın her saniyesinde ortaya koyuyorum. Anlaşıldı ya da anlaşılmadıya da takılmıyorum. Çok iddialı şeyler söylüyorum çok derin mesajlar veriyorum, üst tarafı komedi alt tarafından alanlar da bana yetiyor.
Sosyal sorumluluk konusunda gönüllü çalışmalarınız var mı?
Elbette var. Sosyal sorumluluk aslında benim için biraz sıkıntılı alanlardan bir tanesi. İnsanlar kimi zaman gerçekten kimi zaman da yapıyormuşçasına çok fazla sosyal sorumluluk projelerinin içindeler. Bu bir moda oldu. Ben moda olmasına karşıyım. Mesaj geliyor, “Polat bey biz ihtiyacı olanlar için şunu topluyoruz…” Bunun ayağa düşmemesi lazım. Bu gerçekten de oturaklı zeminlerde, oturaklı algılarla yapılması gereken bir şey. Benden de çok paylaşmamı istiyorlar. Bir tane paylaşsam “Polat Bey madem hassassın sen bunu da paylaş, demek hassasın şimdi seni yakaladık!” gibi bir durum oluyor ve ucu bucağı olmuyor. Bu yürütülebilir değil. Bir de içinde olmadığım şeylere güvenemiyorum. “Aileye para topluyoruz paylaşır mısınız?” Paylaştım topladın sen parayı yedin, yarın öbür gün biri bana bunu dese ben bilemem ki. O yüzden ancak içindeysem veya ancak uzun soluklu sürede varlığına ikna olmuşsam, benim paylaşmamın değer katacağına inanmışsam paylaşıyorum.
İnsanların yapılan iyilikleri konuşması yönünde bir kampanya paylaşmıştım. Yaptığımız iyilikleri saklama meyillimiz var. “Bilinmesin, biz hava atıyormuşuz gibi olmayalım” tarafımız vardır bizim. Ama kötülükleri gümbür gümbür konuşuyoruz. O yüzden de çok kötü bir hayat varmış gibi gözükmeye başladı. Kötülük çok marka oldu. İyilikleri paylaşalım ki, iyiliğin markası yükselsin.
ÖÇED olarak toplumdaki algıya pozitif katkıda bulunmak, özel gelişim gösteren çocukların ailelerinin sorularına cevap bulmasını sağlamak için çalışıyoruz. Siz ÖÇED’in çalışmalarını takip ediyor musunuz? Farkındalık arttırmak için sizce neler yapılabilir?
Farkındalık lafı da ayağa düşsün istemiyorum ama gerçekten de fark etmemiz gereken çok şey var. Kendi hayatımızla ilgili, kendi ruhumuzla ilgili, hayatın unsurlarıyla ilgili, hayatın unsurları içindeki diğer insanlarla ilgili… Sadece özel çocuklar değil, sıradan insanlarla ilgili de fark etmemiz gereken çok şey var. Ve bu konu tüm sıradan yapının içinde adı üstünde daha da özel bir durum. Ve hepimizin bir şeyleri biliyor olması lazım. Onun kim olduğunu bilmen, onu fark ettiğinde vereceğin reaksiyon, sen hangi yüz ifadesiyle ona bakıyorsun bile çok önemli bir konu. Benim öyle bir projem var, engellilerin hayatının tecrübe ettirilmesi üzerine “deneyim” diye bir televizyon programı tasarladım. Muhteşem bir proje ama hayata geçiremiyoruz çünkü “insanlar ekranda engelli görmek istemiyor” deniliyor. Örneğin tekerlekli sandalyede mi kişi onun şapkasına ya da vücudunda bir yere kamera koyalım ve insanlara “pardon” deyip bir şey istesin, nasıl bakıyorlar, yüz ifadesini görelim. Acıyarak mı bakıyorsun, o insana küçümseyerek mi bakıyorsun, amaaaan diyerek mi bakıyorsun? Sen engelliyi görüyorsun ama engelli ya da özel çocuk ne görüyor? Bunu çok iyi bilmemiz lazım. Faaliyetler düzenledim, onlara etkinlikler yaptım, yardımlar topladım, tamam bunların hepsi yapılsın ama önce ona bir bakmayı öğrensek, onunla iletişimde ses tonumuzu nasıl ayarlayacağımızı öğrensek bile farkındalığın en temel çıkış noktasını halletmiş olacağız. Biz daha oraları halledemedik. İnsanların bakış acıları var. Maalesef toplumsal açıdan bakarsak daha bilmediğimiz çok yük var üstümüzde. Ve her şeyi zamanla öğreneceğiz. Özürlü diyorduk, engelli demeye başladık. Özürlü denmez niye özür dilesinler dedik önce bunu fark ettik, engel dedik şimdi “ne engeli” demeye başladık. Konuştuğumuz ifadeler bile fark ettikçe değişiyor. “Ne saçmaymışız biz niye özürlü diyormuşuz?” dedik. Ama bir gün bir noktaya geldik de bunu dedik. O yüzden farkındalığın önemi çok fazla. Ne diyeceğimizi bir bilelim, nasıl bakacağımızı bir bilelim. Onların varlıklarını ve yaşadıklarını tüm detaylarıyla bilmek zorunda değiliz. Ben senin de ne yaşadığını bilmiyorum. Karşımda sağlıklı bir insansın ama evde kırıp döküyor musun, psikopat mısın, hayatı sevgiline azap mı ediyorsun… Bunu bilmiyorum, onu da tüm detaylarıyla bilmek zorunda değilim, ama toplumun içiresinde ben karşıdan gelene tokat atmayacağımı biliyorum, karşıdan gelene durup dururken küfür etmeyeceğimi biliyorum. Karşıdan gelen otizmli çocuğa da sorunlu kişiymiş gibi bakmamam gerektiğini de bir öğreneyim. Çünkü diğer sağlıklı insana tokat atmakla bu eş değer. Tokat atmamayı öğrendiysen bunu da öğren artık kitlesel olarak…
Röportaj: Burçin Öztınaz