“GERÇEKLİK BİR TANE DEĞİL”
Bir psikoloji öğrencisiyken dileğim, özel gereksinimli çocuklarla çalışmaktı” diyen Sena, bugün müziğiyle o hayalini başka bir biçimde sürdürüyor. “O ailelerle aynı ruhu paylaştığımızı biliyorum. Bu sayede çok daha güçlüyüz,” diyor.
Herkes sizi sahne adınız Paptircem ile tanıyor ama asıl adınız Sena. Bu durum kafa karışıklığı yaratıyor mu? Röportajımız boyunca size hangi isimle hitap etmemizi tercih edersiniz?
Maalesef en çok kafa karışıklığını bende yaratıyor sanırım bu durum. Paptircem çok küçük yaşımda bulduğum bir mahlastı tüm online dünyada kullanıcı adı olarak seçtiğim. Çocukluğumun bir parçası aslında. Nasıl isterseniz öyle hitap edebilirsiniz tabii ki, ama Sena’yı tercih ederim. 🙂
Yalova Konservatuarı’ndan genç yaşta mezun olup, ardından üniversitede psikoloji ve felsefe eğitimi aldınız, Boğaziçi Caz Korosu’nda sahne aldınız. Sonrasında mizahla ve müzikle buluşturduğunuz viral videolarla büyük bir kitleye ulaştınız. Bu noktada hem içinizden geleni paylaşabilme ve üretebilme gücünüzü kutlamak isterim. Bu, sizin için nasıl bir cesaret anıydı?
“En kötü ne olabilir?” diye düşündüğümde, çok bir cevap bulamadığım anlara borçluyum tüm kariyerimi. Rezil olmak, beğenilmemek, yargılanmak, tam o anlarda anlamını yitiriyor. Risk almadığımız ve her gün aynı şeyi yapmaya başladığımızı hissettiğimiz, hayatın tuzsuz bir yemeğe benzediği bıkkınlık anları yaşıyoruz hepimiz. Böyle anlarda durup, kendimizde bu düzeni kıracak ufak cesaretler bulduğumuzda yaşıyor hissediyoruz. O anlar geldiğinde, içimizden ne gelirse yapmalıyıza inanıyorum. Sonuç ne olursa olsun, her türlü iyi bir şeye evriliyor bu cesaret.
2024’te yayımladığınız ilk albümünüz Büyüklere Ninniler’in teması oldukça özel. Bu albümü ya da şarkıyı hazırlamak için ilham aldığınız ilk anı hatırlıyor musunuz?
Çöp kutusu diye bir klasör açmışım kendime. Ve yıllardır, uyku problemi çektiğim gecelerde mırıldandığım, çaldığım bir sürü taslak fikri bir yerde toplamışım. Yıllar sonra yine bir gece bu klasörü buldum ve içindeki tüm kayıtları dinledim. Göz yaşlarımı tutamadım. Onları dinlemek beni iyileştirmişti o gece. Kendimi beğenmediğim ve sevmediğim dönemdeki ufak tefek mırıldanmalarım, o gece bana ninni gibi gelmişti. Küçük Sena bana sarılmış gibi hissetmiştim.
Sonra aynı Sena başkalarına da sarılsın diye, tüm bu sesli notları bir albüme dönüştürmeye karar verdim, onun hatırına.
Bir röportajınızda “Her şeyin yolunda olacağını söyleyecek ninnilere ihtiyacımız var” demiştiniz. Sizce yetişkinlerin ninniye kulak verme ihtiyacı hangi duygudan doğuyor?
Çocuk olmaya dair her şeyi unutmaya başlamamızdan. Küçükken yaşadığımız heyecanlar, her şeyin çok daha büyük ve heyecan verici gelmesi, insanlara daha kolay şans veriyor olmamız, daha kolay aşık olmamız, daha kolay öfkelenmemiz belki.
Büyüdükçe grileşiyoruz ve çocuk olmaya dair güzel nüansları unutmak durumunda kalıyoruz. Bunu hatırlamanın yolu da, kendine şefkat göstermekten geçiyor diye düşünüyorum. Şarkıların hepsi, yaşadığımız acı dolu tecrübelerimizde yalnız olmadığımızı, ninniler de bize hep çocukluğumuzu hatırlatsın istedim.
Albüm lansman konserinizi “pijama partisi” konseptiyle yapmanız çok konuşulmuştu. Bu fikrin çıkış noktası neydi?
Şarkıların hepsinin ninni olması, uyku temasıyla doğrudan ilişkili. Yatağımıza yattığımız, o tek başına kaldığımızdaki hiç susmayan düşünceler, belki de günün en zor ve en yalnız hissettiren dakikaları. En azından benim için öyle. Dolayısıyla, birinin konsere bir pijamayla gelmesi ve sonra o pijamayla başka bir gün yatağa gittiğinde, “bu pijamayı o konserde giymiştim” demesi, o kalabalığı hatırlaması, biraz olsun yarasını sarar diye düşünmüştüm. Öyle de oldu umarım.
Köşe yazarımız Süreyya Ülkü Güler, özel gereksinimli çocuğuyla yaşadığı zorlukları anlatırken Büyüklere Ninniler şarkınızdan çok etkilendiğini yazdı. Özellikle “hiç mi yol almaz bir insan?” dizesinin hayatına birebir dokunduğunu söyledi. Bir dinleyicinizin böyle derin bir bağ kurması nasıl hissettiriyor?
Bu işi devam ettirebilmemin belki de en güçlü yakıtı bu cümleler. Nasıl hissettirdiğini size anlatamam. Benim şu an bu işi yapıyor olmamın sebebi, zamanında birilerinin şarkısıyla kurduğum empatiydi. Şimdi benzer yerlerden, birilerinin zor zamanlarında onlara sarılıyor olduğumu bilmek, benim için paha biçilemez. Süreyya Hanım’a da burdan sonsuz sevgiler!
Şarkılarınızın özellikle özel gereksinimli çocukların ailelerine teselli, dayanışma ve güç verdiğini görmek sizde nasıl bir karşılık buluyor?
Daha önce hiç duymadığım, sizin mailinizi okuduğumda gözlerimin dolduğu, hayatımı ve işime bakışımı temelden değiştiren bir bilgi bu. Bir psikoloji öğrencisiyken de dileğim, özel ihtiyaçları olan çocuklarla çalışmak ve onların renkli dünyasını elimden geldiğince daha da renklendirmekti. Şimdi bir müzisyen olarak bunu yapabildiğimi bilmek çok büyüleyici. Ben insanların dünyaya gelirken, ruhlarına bazı şeyler üflendiğine inanırım. Benzer ruhlar, mutlaka denk gelirler ve çok daha güçlü devam ederler hayatlarına. O ailelerle aynı ruhu paylaştığımızı biliyorum. Bu sayede çok daha güçlü olduğumuzu da.
Şarkılarınızda sık sık “yalnızlık”, “umut” ve “cesaret” temaları öne çıkıyor. Bu temalar sizin dünyanızda nasıl şekilleniyor?
Sanıyorum hepimiz yalnız hissediyoruz biraz. Bu zaten hayatı kucaklamanın ilk aşaması. Hepimizin yalnız olduğunu kabul etmeliyiz, ama iş burada bitmemeli. Kendimizden çıkıp bazen etrafımıza bakmayı unutuyoruz tüm bu kaosun içinde. Aslında baksak, hiçbirimiz tam olarak iyi hissetmiyoruz ve bu yalnızlığı fark etmeden bir sürü kişiyle paylaşıyoruz. Mesela birileriyle aynı şarkıyı sevdiğimizi öğreniyoruz; hiç tanımadığımız insanlarla, bir tiyatro oyununda aynı sahnelere gözyaşı döküyoruz. Bu küçük anları fark etmeyi ve yalnızlığımızdan çıkabileceğimize dair bir umut yeşertmeyi çok önemli buluyorum. Umarım ben de bunun bir yerlerinden bir parçası olabiliyorumdur.
Psikoloji ve felsefe eğitiminiz sırasında zihinsel farklılıklar ya da nöroçeşitlilik konuları dikkatinizi çekmiş miydi?
Evet, belki de en çok etkileyen konulardan biriydi beni. Zihin felsefesi, varlık felsefesi ve nöropsikoloji, okumaktan en çok keyif aldığım alanlardı. Ben bu alanlar sayesinde susmayı ve dinlemeyi öğrendiğimi düşünüyorum. Bunlar hakkında ne kadar bilgilenebilirsek, o kadar az konuşuyoruz, daha çok insanları dinleme eğiliminde oluyoruz. Kendimizi çok “önemli ve büyük” gördüğümüz zamanlar komik gelmeye başlıyor. Tabiri caizse, dünyanın bizim etrafımızda dönmediğini, herkesin dünyasının değerli ve ona özel olduğunu, dolayısıyla yanlışın ve doğrunun tek olmadığını öğretti bana okuduğum bölümler. O kadar müteşekkirim ki buna. Gerçeklik bir tane değil, ve herkesin kendine ait gerçek dünyasını tanımaya çalışmak, hayatımdaki en canlı hissettiren motivasyonum.
Biz özel gereksinimli bireyler için çalışan bir derneğiz. Sizin yolunuz hiç özel gereksinimli bireyler veya onların aileleriyle kesişti mi?
Ben psikoloji eğitimi alırken, stajımı ve mezuniyetten sonraki dönemini özel gereksinimli çocuklara ayırmak istedim. Bu yüzden, gittiğim yerlerde bu alanda çalışan profesyonellerden, bu ihtiyaçların nasıl karşılanması gerektiğini öğrenmeye çalıştım. Bu çocuklarla sohbet etmek, onları tanımak tarifsiz bir histi. Bana çok dürüst bir ayna tutuyorlardı her biri. Ama asıl etkilendiğim, bu güzel çocukların, güzel aileleriyle geçirdiğim güzel sohbetlerdi. Hepsinin ne kadar güçlü ve umutlu olduklarını görmek, bana çok şey öğretti. Bu güzel yürekli aileler, dünyanın hala iyi bir yer olduğuna inanmamın sebeplerinden biri. Onlara gönülden sarılıyorum.
“Farklılıklara saygı” kavramı sizin için ne ifade ediyor?
“Saygı duyuyorum” cümlesi, maalesef günümüzde tam olarak neyi imlendiğini anlamakta zorlandığım bir hale geldi. “Gerçekten saygı mı duyuyor, yoksa hala yargılıyor ve bunu söyleyemeyecek kadar utandığı için mi böyle söylüyor?” diye düşünüyorum çoğu zaman. Oldukça altı boş ve samimiyetsiz çok fazla “saygı duyuyorum” cümlesi tanıyorum artık.
Gerçekten saygı duymak, yalnızca o kişiyi duymak, dinlemek ve anlamaya çalışmak; o kişiyle veya olayla kendi fikirlerinin bağını tartmak değil, sadece karşı tarafın yaşadıklarına ve hislerine odaklanma pratiğiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu artık çok az gördüğüm bir refleks. Çünkü herkes, kendinden farklı olanı, kendi varlığına bir tehdit olarak görmeye meyilli. Çünkü kimse kendi varlık temellerini sağlam taşlara bağlamıyor diye düşünüyorum. Herkes kendine yalan söylüyor ve çoğumuz kendini materyal şeylerle tanımlama eğiliminde.
Önce kendimizi olduğumuz halimizle kabul edebilirsek, kendimize şefkat gösterebilirsek, bizden farklı olan, dünyayı renkli hale getiren güzel detaylar haline gelecektir. Her şeyde olduğu gibi, asıl iş, kişinin kendisinde.
Otizmli, Down sendromlu ya da CP’li çocukların aileleri, yadırgayan bakışlardan kaçınmak için bazen evden çıkmak bile istemiyor. Onlara neler söylemek istersiniz?
Geçmişe dönüp baktığımda, beni yargılayan insanları değil, onlara rağmen yaptığım şeyleri, başarıları ve cesur anlarımı hatırlıyorum. Onlar hep vardı, ama artık yüzlerini bile hatırlamıyorum.
Şu anki varlığımızı, bu yargılara rağmen yapabildiğimiz şeylerin cesaretine borçluyuz ve aslında dolaylı yoldan bu yargılayan gözlere. Bu yargılara karşı açılan savaşlar bizi biz yapıyor ve hayatı anlamlı kılan anların temel yapı taşlarını oluşturuyor. Yabancı gözlerin bakışları, sözleri, nefretleri, bizi çok daha dayanıklı ve cesur yapıyor. Siz, hayatın gözlerinin tam içine bakıp ona gülebilme, onu kucaklayabilme cesaretini yüreklerinizde taşıyan ayrıcalıklı insanlarsınız ve asla yalnız değilsiniz.