ALIŞILMADIK TÜRDEN BİR TELEVİZYON YILDIZI: DAĞHAN KÜLEGEÇ
Televizyon yıldızı denildiğinde zihnimizde ister istemez bir imaj canlanıyor. Farklı projelerde yer alan Dağhan Külegeç ise bu imaja hayli aykırı bir oyuncu.
Oyuncu ve yazar Ayşe Erbulak ile karikatürsit Rıza Külegeç’in oğlu olan Dağhan Külegeç, sanatçı bir aileden geliyor. Türk tiyatrosunda iz bırakan iki büyük ustanın, Altan Erbulak ve Füsun Erbulak’ın da torunu olan Dağhan Külegeç, çocukluğunda oyunculuğa hiç heves etmemiş. Ailesindeki yetenekli ve ünlü isimlere rağmen geniş kitleler tarafından tanınması da tesadüfen gerçekleşmiş. Kameralar önünde farklı rolleri canlandıran ama gerçek hayatta hiç rol yapmadan sadece kendisi olan Dağhan Külegeç ile samimi bir röportaj gerçekleştirdik.
Farklı rollerde gördüğümüz bir oyuncusunuz. Bunun nedeni yeniliği sevmeniz mi, yoksa sadece içinizden geldiği gibi mi davranıyorsunuz?
İçimden geldiği gibi hareket etmeyi seviyorum. Bir oyuncu olarak her zaman fazla seçme şansımız olmuyor. Yapılan teklifler arasından en iyisini seçmeye çalışıyoruz. Her iş bana yeni bir şeyler öğretti. Olmadığım adamlar olmamı, daha önce hiç düşmediğim durumlara düşmemi, yapmadığım işleri yapmamı sağladı. Her yeni işle beraber ben de kendimi daha fazla keşfediyorum.
Televizyon çalışmalarınıza ilk başta kamera arkasında başlamışsınız. Sizi kamera önüne çeken ne oldu?
Kamera arkasında hayat çok zordu. Ben kamera arkasında, montajda çok çalıştım ve bu fiziksel olarak gerçekten çok zordu. Kamera önü ise duygusal olarak çok daha zor. İkisi ayrı zor, hiç birbirinden ayıramayacağım aslında. Fakat en azından birinde daha fazla kazanç sağlıyorsunuz.
Peki, kameranın arkasında çalışırken hangi olay oldu da kameranın önüne geçtiniz?
Bir kız arkadaşımı seçmeye götürmüştüm. O zamanlar internet filan yoktu. Adresi bulması çok zordu ve seçmeye gireceği yeri ben biliyordum. Orada tesadüfen başka bir reklam için beni seçtiler. Onu oynadım. Sonra bir baktım ki, yeteneğim var. Oysa ben çocukken hiç oyuncu olacağım demezdim. Öyle bir seçimim yoktu. Sonra neden olmasın dedim ve binlerce reklam görüşmesine gittim. Çoğu olmadı. Sonra bir dizi görüşmesine gittim o dizi oldu. Sonra yine bir şeyler olmadı. Kamera arkasına geri döndüm. Sonra Hırsız Polis dizisi, Kavak Yelleri derken oyunculuk işim haline geldi.
Arada dizi oyunculuğunuz devam etmediğinde dönüp başka işlerde de çalışabiliyorsunuz galiba. Bu anlamda çok yönlü bir insansınız…
Ben bugüne kadar genelde oyunculuk yaptım. Fakat sadece Sinek TV’de OverGame isimli oyun programında diğer becerilerimi de kullandım. Jeneriğimi yaptım, metnimi yazdım, konuğumu ağırladım ve montajımı yaptım. Beni bir orada değerlendirebilirsiniz. Diğer yaptığım işlerde kendimi tam ifade ettim diyemem. Yazmak ve çekmek, beni daha çok ifade eden şeyler. O yüzden iş olmadığında hemen onlara yöneliyorum, kendime iş yaratmaya çalışıyorum.
Ailenizin başarılı sanatçılarla dolu olması göz korkutucu oluyor mu?
Yeterince saf olduğun zaman pek korkmuyorsun. Bilmiyorsun ne yaptığını çünkü. Sadece içgüdüsel olarak doğru olduğunu düşündüğün şeyi yapıyorsun. Ama keşke eğitim alsaydım, o zaman çok daha başka olurdu. Fakat bazıları da diyor ki, ‘Eğitim almaman senin en iyi yanın. O seni bir şekle sokuyor ama sen şekilsizsin,’ diyorlar.
En keyif aldığınız rol neydi?
Tabii ki Kavak Yelleri başkaydı. Ama Yeni Gelin dizisinde de çok eğleniyordum. Karakter daha önce oynadığım rollerden çok farklıydı. Senaristimiz ve yönetmenimiz doğaçlamaya çok açıktı. Etrafımda yetenekli, işini iyi bilen oyuncular vardı, çok eğleniyordum. Benim hayatta en keyif aldığım, güle oynaya yaptığım işti.
Şu anda yerli ya da yabancı projelere baktığınızda ben de keşke içinde olsaydım dediğiniz projeler var mı?
Komik bir şekilde çok az dizi ve film izliyorum. Gerçek olayları ve hayat hikayelerini anlatan diziler çok ilgimi çekiyor. Çernobil ve Fox TV’yi kuran adamın hikayesini anlatan The Loudest Voice var mesela, ilgimi çeken. Çok güzel bir Rus atasözü vardır: “Yazmak tekrar yazmaktır,” diye. Zaten her şey yazıldı bitti, biz onu yeniden üretiyoruz. O yüzden kurgular ilgimi çok çekmiyor. Bence buna ileride daha da çok dönüş olacak. İnsanlar artık daha fazla gerçeklik peşinde. Game of Thornes dizisi bile aslında kendi içinde acayip bir gerçeklik üstüne kurulu. Yaşanmış bir hayat hikayesi olduğu zaman işler benim ilgimi çekiyor.
Peki, oyuncu olarak siz kimin yaşam öyküsünü oynamak isterdiniz?
Ben dedem Altan Erbulak’ın hikayesini yapmayı çok isterdim. Ama orada benim oynamam doğru olursa ben oynamalıyım. Oynamaktan çok üretmeyi seviyorum. Bir filmin oyuncusu da, yazarı da olabilirim. Ben muhteşem bir oyuncuyum diyemem kendime.
Neden bu kadar mütevazısınız?
Benim için oyunculuk sonradan zorunlu şartların getirdiği bir şey. Ama oyuncuların hepsi çocukluklarından itibaren oynarlar, bunu isterler. Bende öyle bir şey yoktu. Ben üretmeyi ve yaratmayı seviyorum. Oyunculukta doğru bir şeyin paçası olduğum zaman çok mutlu oluyorum. İnsanlara bir şey söylemeye çalışan, bunu da epik bir şekilde anlatan işlerin içinde olmak oyuncu için çok büyük keyiftir. O zaman oyuncu da diyor ki ben işimi ne kadar iyi yaparsam bu hikaye onu seyreden insana o kadar iyi geçecek. İzleyen anlattığımız hikayeyi ne kadar iyi anlarsa kendi hayatında da bazı şeyleri görecek, bir şeylerden sıyrılacak diyor. Oyuncu bunu arar, bunun peşindedir.
Sanatçı egolu olur diye biliriz. Sizde hiç ego yok mu?
“Sizin işiniz ego,” diyenler oluyor. Ama halbuki tam tersi. Sanatçının tek uğraşı halka bir şey verebilmektir. Bazen sanatçı da kendi egosuna kapılıp gidebilir, o ayrı bir şey… Ama sanatta birileri dünyaya bakıyor, bir şeyler yazıyor ve bir şey anlatmaya çalışıyor. Bence problem bu ve çözüm bu diyor. Oyuncu olarak sen de onun sembolünde bir çizgi, bir çengelsin. Ya da şöyle… Sihirbazlar bir şov yapıyorlar, siz onun gerçek olmadığını biliyorsunuz ama sonuna kadar inanıyorsunuz, değil mi? Oyuncu da sihirbaz gösterisindeki bir çengel, o şovun var olmasını sağlayan aparatlarından birisi. Tek amacı insanların iyiliği, sevgisi ve güzelliği. Onun için uğraşıyor. Ben işimi iyi yapayım ki, izleyici de kendi hayatında bir şeyin farkındalığına varsın diyor. Hikaye anlatıcılığının çıkma yeri de bu. İnsanın insana sevgisini anlatmaya çalışıyor.
Oyunculuğa dair çok güzel şeyler ifade ediyorsunuz. Yazar olmayı hiç düşünmediniz mi? Adınıza kurulmuş bir de yayın evi var.
Bir şeyler yazıyorum ama bu kadar tanınmasam galiba yazar olmam daha kolay olurdu. Yayın evi ise benim adımı taşıyor ama o tamamen anneme ait. Görev almasanız da, adınızı taşıdığı için yayınevini mutlaka takip ediyorsunuzdur.
Orada çalışmalar nasıl gidiyor?
Anneme güvenim sonsuz. Annem yaptığı pek çok işin haricinde altı kitabı olan bir yazar. Şu anda yayın evinde de mükemmel işler yapıyorlar. 6 Ekim’de lansmanımız olacak, 10 yazarımızın kitabı çıkıyor. Ben kapaklarını gördüm gerçekten çok güzel. Hep derler ki, bir kitabı sakın kapağına göre değerlendirmeyin diye. Ama kapakları görseniz, o kadar güzel oldu ki… (Gülümsüyor)
Sizin de yayın evinden bir kitap çıkarma ihtimaliniz var mı?
Ben çizgi roman çıkarma peşindeyim. Ülkemiz o alanda çok eksik kaldı. Eskiden çok güzel çizgi romanlar vardı. Farklı çizerlerin 3-4 sayfalık öyküleri işlediği bir çizgi roman kitabı çıkarmak istiyorum. Kar amaçlı olmayan ama yazarların da haklarını aldığı bir iş yapmayı planlıyorum. Şimdi onun için uğraşıyorum biraz. Hikayeler topluyorum, yazarlarla görüşüyorum.
Ya yönetmenlik yapmayı hiç düşünmüyor musunuz?
Oyunculuğu ve kamera arkasını tecrübeleriniz de var… Bu çalışmalar doğru insanlarla beraber yaptığınız zaman iyi sonuç çıkarabilecek işler. Yoksa hangi oyuncuya sorsanız hepsinin projeleri ve aklında yapmak istediği işler vardır. Oyuncu yönetmen olabilir hatta isterse Ronald Regan’ın Amerika’da başardığı gibi başbakan bile olur. (Gülüyor) Biliyorsunuz o da eski bir oyuncuydu. Çünkü oyuncunun olmaya çalıştığı şey bir öz. O herkese dönüşebilecek biri olmaya çalışıyor.
” Bazen otizmlilerin bir şeye takıldığını, bağırdığını görüyoruz. Diğer insanlar da farkında olmadan aynı şeyleri yapıyorlar aslında. Ben kendimde de bunu görüyorum. İnsanlara bunun aynı şey olduğunu bir şekilde göstermek lazım.”
Oyunculuk ve yazarlık konusunda çok aktif çalışan Erbulak Evi hayatınızın neresinde duruyor?
Annemin yeri burası. Annem bir gün “Dağhan ne yapalım biliyor musun?” dedi. “Okul açalım diyorsun değil mi?” diye sordum. Ve gerçekten aklındaki doğru bildim. Çünkü annemle birbirimizi çok iyi tanıyoruz. “Haklısın anne,” dedim. “Bizim yapabileceğimiz en iyi iş bu”. Annemle pek çok şeyi beraber yapıyoruz ve ben ondan çok şey öğreniyorum.
Sevgi sizin için çok önemli ve çocuklar tarafından da çok sevilen bir oyuncusunuz. ÖÇED olarak derneğimiz özel çocuklar için çalışıyor. Sizin hiç özel çocuklarla yolunuz kesişti mi?
Sette yanıma gelen, konuştuğumuz, beraber fotoğraf çektirdiğimiz çok olmuştur. Onun dışında uzun bir tanışıklığım olmadı. Ama babaannemin kardeşinin torunu vardı. Aslında herkesin ailesinde mutlaka vardır. Çok uzak bir şey değil.
Otizm günümüzde biraz daha iyi bilinse de hala bu konuda farkındalık çok zayıf. Bunun artması için ne önerirsiniz?
Bence farkındalığı özellikle çocuklara kazandırmak lazım. Çünkü çocuklar büyüklere öğretebilir. Yetişkinler çocukken bu eğitimleri almadıkları için şu an bazı fikir ve duygulardan mahrumlar. Çocuklara bunların ne kadar doğal ve kimsenin birbirinden farklı olmadığını anlatabilirsek bence önümüzdeki jenerasyonlara büyük faydalarımız dokunur. Bu da en güzel sinema, film ve tiyatro ile kazandırılabilir bence. İzlediğim bir film, benim kendi içimdeki otizmi görmemi sağladı.
Hangi filmdi?
Temple Grandin. Amerika’da otizmli bir kızın gerçek hikayesiydi. Bir mezbahanın işleyiş şeklini planlayan ve bunu yaratan insanı anlatıyordu. Otizmli bir kadın, mezbahadaki ineklerin en acısız ve sorunsuz nasıl dönüp gelmesi gerektiğini, nasıl kesimhaneye gireceklerini çözüyordu. Şimdi bütün dünyada mezbahalar o kadının kurduğu sistem üzerinden çalışıyor. Ben o filmi izlediğimde anladım ki, otizm bireye ait bir şey değil. Topluma ait bir şey. Hepimizin içinde otizm izleri var. Bazen otizmlilerin bir şeye takıldığını, bağırdığını görüyoruz. Diğer insanlar da farkında olmadan aynı şeyleri yapıyorlar aslında. Ben kendimde de bunu görüyorum. İnsanlara bunun aynı şey olduğunu bir şekilde göstermek lazım. O da ancak edebiyatla, sinemayla, tiyatroyla ve belki çizgi filmle mümkün olur. İnsanlara bir şekilde otizmlilerin sandıkları kadar farklı olmadığını onun da toplumun bir aynası olduğunu anlatmak gerekiyor.
Röportaj: Rana Zeynep Çömlekçi