ACAR BALTAŞ’tan anne-babalar için iletişim önerileri
Psikolog, akademisyen, eğitimci, yazar ve yönetim danışmanı Prof. Dr. Acar Baltaş, en çok yıpratılmış olan kavramlardan birinin iletişim kavramı olduğunu söylüyor ve ilişkilerde bağ kurmanın önemini vurguluyor. Kendisiyle evliliklerdeki sorunlardan çocuklara sorumluluk vermenin önemine kadar hayatın içinden birçok konuyu konuştuk.
Başarılı bir hayat istiyoruz çoğumuz… Zeka hayat başarısı ile ne kadar ilişkili?
Zeka, hayat başarısı konusunda orta ve zayıf arasında bir belirleyici. Çünkü zeka ile alınan sonuçlar tek başına alınan sonuçlardır. Gerçek hayattaki başarı ise başka insanlarla kurulan iş birliği sonucunda alınan sonuçlardır. 1921 yılında Stanford’da Terman adlı bir psikolog, zekanın hayat başarısı konusunda temel endikatör olduğunu düşünüp Terman testini geliştiriyor. 1910 doğumlu çocukları 3 aşamalı bir taramadan geçirip 1534 öğrenci seçiyor ve bu insanlar ölümlerine kadar izleniyor. Kendisi 40’lı yılların sonunda vefat ediyor ama ondan sonra gelen ekipler bu kişileri izlemeye devam ediyorlar. Yani ortada 80 yıllık, inanılmaz ayrıntılı bir veri var. Bilgisayarın olmadığı dönemde, her yıl bu insanlarla bir şekilde temas kuruluyor ve evlerindeki kitap sayısından hobilerine kadar her şey araştırmada yer alıyor. Dolayısıyla evlilikleri dahil, dini inançları dahil, ritüelleri uygulama ayrıntılarına kadar her şey orada var. Terman’ın iddiasına göre bu grup Amerika’yı gelecekte yönetecek olan insanlar… Ama hiç öyle bir şey olmuyor… Nobel alanlar bu insanların arasından çıkacak. Hiç öyle bir şey olmuyor… Sadece bu gruba önce seçilip sonra elenenlerden biri Nobel’e bir aday oluyor o kadar. Bir kişi Oscar alıyor, o da teknik dallarda. Bu insanların çok büyük çoğunluğu orta sınıf beyaz yakalı Amerikan toplumunun bir üyesi olarak orta halli bir hayat sürdürüyorlar. Bazıları apartman yöneticiliği yapıyor, vatman olanlar var, kamyon şoförü olanlar var. Dolayısıyla hayatlarının bir döneminde üstün zekalı olarak tanımlanmış olan bu çocukların hiçbir kayda değer başarısı yok.
Zeka tek başına yeterli değil yani…
Zeka, eğer çevresindeki ekosistem tarafından desteklenirse, daha önemlisi insanlarla ilişki yetkinliğiyle desteklenirse, o zaman yapabileceğinin azamisi çıkıyor. Bu da daha çok sormak ve dinlemek, insanlara kendini ifade edebilmeye imkan vermekle ilgili.
Okuldaki çocukların bir kısmına “siz üstün zekalısınız” denilip başka bir sınıfa alındıklarında başarı oranlarının arttığına dair çalışmalar da var…
Bu söylediğiniz araştırmanın yüzlercesi, binlercesi başka alanlarda da yapılmıştır. Rosenthal etkisi denir. Araştırmanın orijinal halinde öğretmenlere “Sınıfınızdaki bu 4 öğrenci üstün zekalı ama bunu kendilerine söylemeyin, anne-babalarına da söylemeyin” denmiştir. Sene sonunda çocukların eğitim başarısının yükseldiği görülmüştür. Bu, kendini doğrulayan kehanet diye de adlandırılan bir kavramın çıkmasına yol açmıştır gelişim psikolojisinde. İnsanlardan beklentiniz neyse onlar o beklentiye uygun karşılık verirler. Goethe bunu bundan 150 yıl evvel söylemiştir, Bernard Shaw’ın “Bir Kadın Yarattım”ındaki ana tema da budur. Bir kadına fahişe gibi davranırsanız fahişe olur, hanımefendi gibi davranırsanız hanımefendi olur. Bilimin bunu teşhis etmesinden çok daha önce felsefe ve sanat zaten teşhis etmiş… Çıtayı nereye koyuyoruz, buradaki incelik orada. Her konuda olduğu gibi çıtayı çocuğumuzun ya da karşımızdakini sınırlarını tanıyarak, onun zorlanarak da olsa ulaşabileceği noktaya koyuyorsak, o noktaya ulaşıyorlar. Çıtayı kendi hayallerimize uygun bir yere koyuyorsak da tam tersi, kendilerini yetersiz hissediyorlar, kendilerine değer verenleri hayal kırıklığına uğrattıklarını düşünüyorlar, başarısız hissediyorlar, dolayısıyla yapabileceklerini de yapamıyorlar.
“Hayalini Yorganına Göre Uzat” kitabınız tam da bunu anlatıyor değil mi?
Ben diyorum ki, olgun anne-babalar, ehil öğretmenler ve bilge yöneticiler fark etseler de, fark etmeseler de bahçıvanları taklit ederler. Bahçıvan ne yapar? Bir kere toprağı hazırlar. Sonra uygun tohumları, fidanı diker. Can suyunu verir. Gübreler, havalandırır, ilaçlar. Gerektiği yerde da destek olur. Gelişi güzel kıyaslamaz. “Menekşeye bak da dikenlerinden utan” demez kaktüse. Doğalarını kabul eder. “Bir an evvel çiçeğini ver, meyveni ver” demez. Sabreder. Ve nihayetinde de “Bugünün kontenjanı bu kadar su” diye de sulamaz. Her birine ihtiyacı kadar su verir.
Biz buna genelleyerek değil, özelleştirerek ve kişiselleştirerek yaklaşmak diyoruz. Dolayısıyla olgun anne-babalar, ehil eğitmenler ve bilge yöneticiler fark etseler de etmeseler de bahçıvanları taklit ederler. Ve her bir insanın karşısındaki kişinin biricik özelliğini fark edecek şekilde yaklaşırlar. Böylece de onların potansiyelini ortaya çıkartmasına yardımcı olurlar. Eğitimli anne-baba olmak, iyi çocuk yetiştirmek için orta derecede bir belirleyicidir.
İyi çocuk yetiştirmek nedir?
İyi çocuk yetiştirmekteki kriter, potansiyelini hayata yansıtabilen çocuk yetiştirmektir. Kendini doğrulayan kehanet ya da Pygmalion etkisi, ne dersek diyelim adına, mesela karşımızdakinin potansiyelini görüp, ona göre bir hedef koymakla ilgili bir şey. Bu da dinamik bir süreçtir. İkincisi de kendini fark etmek, kendi beklentilerini fark edip bunu karşı tarafa projekte etmemek…
Aileler bu konuda zorlanabiliyor. Hem yeni nesil çocuklarla iletişim kurmak eski zamanlardaki gibi değil… Bu anlamda neler önerebilirsiniz?
En çok yıpratılmış olan kavramlardan biri iletişim kavramı. Hangi şirkete gitseniz “bizim şirkette iletişim sorunu var” deniliyor, hangi eve girseniz ailede iletişim sorunu var. Aslında iletişim sorunu zannedilenlerin büyük çoğu iletişim değil, ilişki sorunudur. İş ortamında bir departman öbür departmanı aslında önemsiz bir iş yapıyor gibi görürse, iletişim tekniklerini öğreterek bu aradaki sorunu sadece biraz hafifletebilirsiniz. Dillerine dikkat ederler ama o kadar. Yine biri diğerini “bunlar ne yapıyor ki, esas işi biz yapıyoruz” gibi görür. Aynı şey aile ortamı için de geçerli. Erkek kadını ikinci sınıf görüyorsa, siz istediğiniz kadar iletişim eğitimi verin. Ona dediğimi nasıl dövmeden sövmeden yaptırabilirim noktası sorunları biraz hafifletir. Diline, tarzına dikkat ederek sorunları biraz hafifletir ama problemi çözmez. Dolayısıyla bir kere birinci adım iletişim, ikinci adım ilişki ama sizin sorunuzun cevabı onun bir adım ötesinde… Bağ kurmak gerekiyor. Bağ kurmak, ilişkinin de bir adım ötesi. İngilizcelerini tanımlarsak daha kolay olur. İletişimin İngilizcesi communication, ilişkinin İngilizcesi relation, bağ kurmanın İngilizcesi connection. Connection için ne gerekiyor? Karşı tarafla bir şeyi paylaşmanız gerekiyor. “O saçmalıkla ne uğraşıyorsun?” dediğiniz zaman, onu ne kadar yumuşak ve ne kadar iyi bir iletişim tarzıyla söylerseniz söyleyin “yine mi bununla vakit geçiriyorsun?” dediğiniz zaman bağ kuramıyorsunuz.
Bunu nasıl yapmak gerekiyor? Bu hepimizin sorunu…
Bu, temiz su içmek ve mikroplu su içmek gibi. Çocuğunuza örnek olmanız hijyendir. Temiz su içersiniz sağlıklı olmazsınız, sağlığınıza sağlık katmazsınız ama sağlığınızı korursunuz ama mikroplu su içerseniz hastalanırsınız. Örnek olduğunuz zaman da öyle. Örnek olduğunuz zaman da bunun iletişimini yapmak ve hatta bunu çocuğa fark ettirmek, yaptırmak önemli… “Ver bir de ben dinleyeyim şu gitaristi” demek mesela. Metal müzik olabilir, sevmiyor olabilirsiniz, ama “şu gitarist yaman bir adam” dediğinizde zaten çocuğunuz onun hayat hikayesini anlatmaya başlayacak. Ondan sonraki adımda “Benim de müziğini çok takdir ettiğim bir sanatçı var. Dinlemek ister misin?” dediğiniz zaman bağ kurmuş oluyorsunuz. Burada onunla beraber keşfetmek var. Ben ona ait bir şeyi keşfediyorum, onun da bana ait olan bir şeyi keşfetmesi için istek duymasını sağlıyorum. Yan yana ortak heyecan veren bir şeye bakmamız lazım.
Kırsal kesimde yaşayan çocuk zaten hayatın içinde. Zaten sorumluk alıyor… Ama şehir hayatında çoğunlukla sorumluluk almaktan uzak. Bu konuda neler önerirsiniz?
Ailenin hayatı içinde yer alan her konuda çocuğun yaşına göre bir görevi olmalı ve bunu yaptığı için de ödüllendirilmemeli. Çocuk bunu yaptığından ötürü kendini iyi hissetmeli, o işi yapmaktan zevk aldığı için değil. Ne kadarımız vaktimizi sadece yapmaktan zevk aldığımız işlerle geçiriyoruz ki? Psikolojiyi kendine iş edinen insanların haz dünyasını besleyen mesajları var. Gerçekte psikolojiyi bilmeyen, psikoloji eğitimi almamış ama psikolojiyi kendine iş edinmiş bir sürü insan var. Sağdan soldan bir şekilde kendini kişisel gelişim uzmanı olarak tayin etmiş (nereden alınıyor bu uzmanlıklar bilmiyorum, kimse de bilmiyor) kişiler yüreğinin sesini dinle, yaptığın işi sev diyorlar… Bir sürü işi sevmeden yapıyoruz. Her dersi severek çalışmanız mümkün mü? Hazzını erteleyebilmek hayat başarısıyla ilgili en önemli destekleyicidir. Çocuğun aile hayatına yaptığı katkıları ailenin hayatını kolaylaştırmak için ve ailenin bir üyesi olmasından kaynaklanan bir görev olarak yapması, bundan da gocunmaması gerekir. Ben geniş topluluklarla sık sık bir araya geliyorum. İnsanlara anlattırıyorum, köyden kasabadan yetişen insanlara… “Nefret ederdim hayvanları çıkartmaktan” diyor kimisi, kimisi de “büyük zevk alırdım, hiç düşünmezdim o benim görevimdi” diyor. Dönüp baktığınız zaman o insanların sorumluluk duyguları çok yüksek. Kendi iş ortamlarında da, aile hayatlarında da… Bizim iş ortağımız var Hogan’lar. Bunlar dünyanın en büyük bilimsel ticari test kuruluşu, bizim de kişisel dostumuz. Diyor ki niye Tulsada’sınız? Tulsa Amerika’da küçük bir şehir, saat beşte sokakta kimse yok. “Ne işiniz var orada?” diyoruz “İnsan bulmak o kadar kolay ki! Buranın okumuş çocukları bizde çalışıyor. Hepsi sorumluluk duygusu en üst düzeyde, kendini buraya ait hisseden, nitelikli insan gücüyle çalışıyoruz.” diyorlar.
Para kazanmak zorunda olmak, gün içinde karşımıza çıkan zorluklar… Herkes mutluluğun peşinde ama bunlar mutlu olmayı zorlaştırıyor bazen. Mutluluk için önerileriniz neler? Örneğin “herkesin kendine sorması gereken sorular” dedikleriniz var mı?
Ben insanları anlamanın ve onlarla daha iyi ilişki kurmanın geleneksel kategorize edilebilecek yollarının dışında iki, üç tane şeyin çok önemli olduğuna inanıyorum. Bunlardan birincisi insanın bilimsel açıdan kişiliğini bilmesi. Kişiliği bilimsel açıdan bilirse kendi kişiliğinin nereye oturduğunu bilir, aslında kriterleri verseniz herkes kendi kişiliğini doğruya yakın derecede tanımlayabilir. Ancak buradaki kritik nokta şu, bu özelliklerin kendine kazandırdığını bilir ama bu özelliklerin kendine kaybettirdiklerini bilmez. Dolayısıyla kişiliği bilmek, sahip olduğu özelliklerin avantaj sağlarken bazı yerlerde de dezavantaj sağladığını bilmesine imkan sağlar. Bu diğer insanlarla kurduğu ilişkileri geliştirir. Niye karşısındaki insanın yapmadığı, yapamadığı bazı şeylerin kendine inat, istemediği için, gibi olmayıp onun doğasından kaynaklandığını anlar. Biraz evvel bahçıvan örneğinde verdiğim gibi. Zaten birçok konu karşınızdaki insanı bir bütün olarak kabul ettiğiniz zaman daha kolay çözülür hale geliyor. Kişiliği bilmek, anlamak, kendi kişiliğini anlamak, tanımak… Ama bunu bilimsel bir perspektiften söylüyorum. İkincisi değerlerini fark etmek… Değerlerimiz inançlarımızla davranışlarımız arasındaki köprü… Fark etmiyoruz değerlerimizi. İnançlarımız temel kabullerimiz. Bazıları sözlü dile getirilmiş, bazıları getirilmemiş. Davranışlarımız bunun sonucu… İnsanlara “Beş temel değeriniz nedir?” diye sorduğunuz zaman doğruluk, dürüstlük bağlamında bir şey mutlaka ön sıralarda yer alır. Ama insanlar doğru ve dürüst olmayan birçok eylemde bulunur. Tanımladığımız değerlere sahip olup olmadığımız, o değerler konusunda sınandığımızda ortaya çıkar. Ne bedel ödedik veya ne bedel ödemeyi göze aldık? Eğer değerlerimizi bilirsek bizi motive edecek şeyleri de biliriz. Karşımızdaki insanın bizden farklı davranmasına yol açanın da ne olduğunu anlayabiliriz, öbür türlü kendi perspektifimizden bakarız. Yargılamamayı başarabilirsek birçok açıdan daha objektif olabiliriz. Dolayısıyla anda kalmak dediğimiz şey buna hizmet ediyorsa tamam, yetmiyorsa felsefi kavram olarak sadece bu işlere meraklı insanların dilinde gezer durur ama hayata yansımaz.
Aynı şey evlilikler için de geçerli…
Çiftler 4-5 tane soruyu samimi olarak konuşmalılar, hatta yazıya dökmeliler. Üçer satırda da olsa. Değerler bunlardan bir tanesi… Hangi davranış önde gelecek? İkincisi cinsellikten ne anlıyorsun, sadakatten ne anlıyorsun? Kadın-erkek rolünden ne anlıyorsun? İnsanlar bu sorulara samimiyetle cevap verirse, “o zaman ben hangi eylemimle ilgili eşime bilgi vereceğim, hangi eylemimle ilgili bu bilgiye ihtiyaç yok” bunlar daha önceden konuşulmuş olur. İnsanlar değerlerinin ne olduklarını bilmeden bir araya geldiklerinde, sadece duygusal ve cinsel çekim sebebiyle bir araya geliyorlar, o duygusal ve cinsel çekim bitince de doğal olarak sonlanıyor. Çünkü her durum bir karara dönüşüyor.
Aslında engelli çocuk ailelerinin boşanma oranının çok yüksek olması veya evliliklerinde sorun yaşamaları da bu yüzden. Değerler tamamen alt üst olabiliyor...
Çocuk aile hayatında ciddi bir strestir. Çok mutlu bir olay gibi gözükür ama bu madalyonun parlak yüzüdür. Çünkü sonunda bütünüyle sosyal baskılardan kurtulup gecesini gündüzünü planlayabilecek, bir arada zaman geçirecek iki genç insanın hayatına bir küçücük canlı gelir ve bütün hayatın akışı değişir. Evin mahremiyeti kalmaz, giren çıkan belli olmaz. Kayınpeder kayınvalide evde, yatak odasının kapısını açan içeriyi girer, dur demeye kalmadan… Dolayısıyla çocuk ciddi bir strestir ve çiftler arasındaki ilişkinin, bağın parlaklığını matlaştırır. Kadın cinsellikten kopar, hormonları bambaşka bir yere gider. Erkek öyle mi olsun, haz dünyasına mı gitsin etrafında uzun saçlı sivri topuklu kadınlar falan… Kadının dünyasıyla erkeğin dünyası bambaşka oluyor. Şimdi normal bir ailede durum bu, sizin muhatabınız olan ailelerde bunun karekökü. Onun için tarafların çok sıkı durması gerekir ve genellikle erkekler su koy verir. Zaten eşinden ayrılan erkeğin çocuğuyla bağı çok az sıcaklıkla devam eder. Sorumluluk duygusu yüksekse görevlerini yerine getirir sorumluluk duygusu yüksek değilse zaten mümkün olduğu kadar o görevlerden de kaçar.
Engelli çocuğu olan veya çocuğu farklı gelişim tanısı almış annelere bir mesaj verebilir misiniz?
Yaşadığımız her acı bizi olgunlaştırır. Bu bir sınav. Hayat bir sınav anlamında değil. Metafizik bir mesaj anlamında değil ama çocuklarımıza lanet ederek yaşarsak elimizdeki hayatı da kaçırıyoruz bu bir. Yaşadıklarımıza lanet ederek yaşadığımız zaman oradan elde edebileceğimiz dersleri, o fırsatı kaçırıyoruz. Onun için bunların her biri gelişme yolunda bir fırsattır. Değiştiremeyeceğiniz şeyleri kabullenmek, değiştirebileceğinizi değiştirmek, değiştirebileceklerimiz ve değiştiremeyeceklerimiz arasındakileri fark etmek… Bu zeka diye çevriliyor ama zekayla alakası yok, bu sağduyu. Belki bugün duygusal zeka denilen şeye işaret ediyor. Anneler açısından da bunun kendi kişiliklerini ve değerlerinin sınandığı bir sınav olarak görüp, bundan ne kazanabilirim’e bakmak… Çünkü en zor durumda dahi, sorulacak en temel soru “Şu anda iyi olan ne?” sorusudur. “Şu anda iyi olan ne?” diye sorduğunuzda haline şükret, beterin beteri var mesajı çıkmaz. Bunu değiştirmek, olduğundan daha iyi kılmak istiyorsanız elinizdekilere, sahip olduklarınıza bakmak durumundasınız. Bilmiyorum bu sorunuza cevap oldu mu? “Hayat karşısındaki talihinizi genel olarak değerlendirin ve kendinize 1 ile 7 arasında bir not verin, ne kadar talihlisiniz?” dediğinizde, insanlar 4 ile 5 arasında., yeni evliler bazen 6 falan diyorlar ama genellikle 4 ile beş arasında puan veriyorlar. Sonra 7-8 madde sayıyorum: “İçinde yetiştiğiniz aile, sağlığınız, eğitiminiz, işiniz, eşiniz, çocuklarınız, dış görünüşünüz her birine 7 üzerinden not verin” diyorum. Daima ilk başta kendilerine verdikleri nottan daha yüksek bir şeye ulaşıyorlar. Dolayısıyla insanlar çok kere ellerindekini, sahip olduklarını düşünmüyorlar. Zor da olsa bu, bunun arkasındaki önemli faktörlerden biri insanların iyi bir hayatı, sorun olmayan bir hayat olarak görmeleri. “Aman ne olur çocuklarımız bizim yaşadığımız zorlukları yaşamasın”, halbuki siz eğer bir şey olduysanız o yaşadığınız zorluklar sayesinde oldunuz.
ÖÇED’e ve diğer STK’lara önerileriniz neler?
Sivil toplum kuruluşları genel olarak baktığımız zaman toplumdaki insiyatifi ve vicdanı temsil eden kuruluşlardır. Vicdan aslında ihtiyaç duyanların yanında olmayı gerektirir. Dolayısıyla da bu şekliyle sivil toplum kuruluşları bence Türkiye’de vicdanı temsil etmektedirler. Bazen rahatsızlık yaratmaktadırlar ve bu rahatsızlık sebebiyle de insanların bir bölümü bunları olumsuz gibi de algılıyor olabilir. Aslında insanda vicdan, insana azap vermek için vardır. Doğru ile yanlış olanı ayırıp yanlış olanı yapmamak konusunda uyarmak ve azap vermek için vardır. Aydınlar da toplumun vicdanıdır. Onlardan da topluma azap vermeleri beklenir yani söylediklerini onaylamayabiliriz. Sivil toplum kuruluşları farklı alanlarda görev yapıyor olsalar da aslında bir yerde toplumun daha iyi yapabileceği şeyler olduğunu göstermek için ışık tutan, kıvılcım yakan, meşale olan kuruluşlardır.
Röportaj: Burçin Öztınaz