‘NORMAL’ NEDİR Kİ? ETİKETLERİN ÖTESİNE GEÇMENİN ZAMANI GELMEDİ Mİ?
“Normal.”
Bu kelimeyi ne çok kullanıyoruz değil mi? Ama durup bir düşünelim; gerçekten neye, kime göre normal?

Benim için bu kelime, oğlumun tanı almasıyla birlikte zaman içinde anlamını yitirdi. Otizmle geçen yıllar bana öğretti ki, hayat “normal” kalıplara sığdırılamayacak kadar çeşitli, renkli ve beklenmedik sürprizlerle dolu. Her bireyin öğrenme biçimi, tepki verme şekli, duygusunu ifade edişi kendine özgü. Bu kadar çeşitliliğin içinde tek bir ölçütle “normal” belirlemek bana artık çok dar geliyor.
Normalin ötesinde, otizm etiketinin ardında bir insan var. Benzersiz özellikleri olan, kendine ait bir yaşam hikayesi olan biri. En kibar haliyle farklı deniyor. Bir uca normali diğer ucuna farklıyı koyuyoruz “anormal” dememek için. Ama nasıl ifademiz ne olursa olsun, anlamı hep bizden olmayan anlamına geliyor.
Peki, biz normaller kimiz? Sandığımız kadar kalabalık mıyız sahiden? Toplum olarak belki de daha büyük bir “biz”i kapsamanın zamanı gelmedi mi acaba?
Her birimiz dünyaya farklı geldik. Saç rengimiz, göz rengimiz, düşünme şeklimiz, yeteneğimiz, ilgi alanımız birbirinden başka. Aslında hepimiz “normal” dediğimiz çizginin bir yerinde değil, kendimize ait bir noktadayız. Fakat ne zaman ki bir çocuk bu çizginin biraz dışında kalıyor, işte o zaman sistem onu “uyum sağlaması gereken” biri olarak görüyor. Oysa belki de biz sistemi, o çocuğa göre yeniden şekillendirmeliyiz.

Farklılıkların Sessiz Çoğalışı
Son yıllarda otizm spektrum bozukluğunun görülme sıklığı çokça konuşuluyor. Son olarak Amerikan Başkanı Donald Trump 19 Eylül’de yaptığı açıklamada da, “Otizm tamamen kontrolden çıktı,” diyerek bunu bir salgını benzetti. Haberlerde, sosyal medyada, seminerlerde sürekli otizme dair artan rakamları duyuyoruz. Ama sadece otizme odaklandığımızda, çok daha geniş bir tabloyu gözden kaçırıyoruz. Sessizce ama hızla artan gelişimsel yetersizlikler de var. Fark edilmeden büyüyen, bazen bir sınıf köşesinde, bazen evin içinde sessizce var olan başka hikayeler…
Gelişimsel yetersizlikte çocuklar “normal gelişim” dediğimiz çizgiden farklı bir gelişime sahip oluyor. Yani becerileri, davranışları, öğrenme biçimleri toplumsal ortalamadan farklı ilerliyor. Bu fark bazen çok belirgin, bazen ise dikkat edilmezse gözden kaçacak kadar ince olabiliyor. İçinde Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB), Down Sendromu, Özel Öğrenme Güçlüğü (ÖÖG) ve daha pek çok farklı grubu barındırıyor. Her birinin tanı kriterleri, güçlü ve zayıf yanları, “normal” dediğimiz kalıpların dışında kalsalar da inanılmaz bir potansiyelleri oluyorlar aslında. Yeter ki o potansiyeli görebilelim ve en önemlisi ihtiyaç duydukları doğru desteklerle yaklaşabilelim.
Eğitimde Yol Arkadaşlığı
Dürüst olmak gerekirse, ihtiyaç duyduğumuz desteği bulmakta en çok zorlandığımız yer okullar.
Evet, toplumda farkındalık artıyor, insanlar farklılıkları daha fazla konuşuyor. Ama iş eğitim ortamına geldiğinde, aynı açıklığı orada göremiyoruz. Okul, hala “benzer çocukların aynı sırada oturduğu” bir yer gibi görülüyor.
Farklılıkları kabullenmekte, onları doğal bir parça olarak görmekte zorlanıyoruz.
Oysa okul dediğimiz yer, çocukların sadece bilgi değil, birlikte yaşama kültürü öğrendiği yerdir.
Çocukların birbirlerinden öğrenecekleri çok şey varken, biz bazen onları ayırıyor, “öteki” haline getiriyoruz.
Bu noktada, özel gereksinimli çocuklarımızın sınıfa uyum sağlayamayacağından endişelenen öğretmenlere ve velilere nazikçe bir soru sormak isterim:
Gerçekten herkesin birbirine benzediği bir sınıf ne kadar “iyi” bir sınıftır?
Diyelim ki sınıfta herkes aynı hızda öğreniyor, aynı davranışları sergiliyor, aynı şekilde düşünüyor…
Peki siz, bu sistemden gerçekten memnun musunuz?
Hiç düşündünüz mü, “normal” kabul edilen çocuklar bu sistemde potansiyellerini tam olarak gösterebiliyor mu?
Belki de artık bu soruyu sormanın zamanı geldi. Çünkü yıllardır aynı ezberin içinde dönüp duruyoruz. Öğretmen anlatır, öğrenci dinler.
Ve biz hala bilgiyi, boş bir kovayı doldurur gibi çocukların zihnine aktardığımızı sanıyoruz. Oysa gerçek öğrenme, merak etmekle, keşfetmekle, deneyimlemekle olur.
Çocuk, öğrendiği şeyi sadece duymakla değil, yaşamakla anlar. Bir bilgi, duyguya temas etmedikçe kalıcı olmaz. Zaten çoğumuz okulda öğrendiklerimizin büyük kısmını unutuyoruz.
Kolejde yıllarca öğrenilen yabancı diller bile, kullanılmazsa birkaç yıl içinde akıcılığını yitiriyor. Demek ki mesele “bilgiyi yüklemek” değil, “öğrenmeyi sevdirmek”.
Bugünün çocukları bambaşka bir dünyada büyüyor. Ellerinde bilgisayarlar, tabletler, sınırsız bilgi kaynakları var. Artık bilgiye ulaşmak değil, bilgiyi anlamlandırmak önemli. Bizim görevimiz, çocukların beynine bilgi yerleştirmek değil; onlara öğrenmeyi öğretmek.
Okul, yalnızca derslerin işlendiği bir bina değil. Çocukların birbirini tanıdığı, birlikte büyüdüğü, farklılıkları doğal bir zenginlik olarak gördüğü bir alan olmalı.
Kaynaştırma eğitimi bu yüzden çok kıymetli. Ama bu süreci yalnız bir öğretmenin omzuna yüklemek de adil değil. Bazen bir sınıfta iki öğretmen olmalı. Biri sınıf öğretmeni, diğeri özel eğitim konusunda deneyimli bir öğretmen.
Bu sadece tanılı çocuklar için değil, üstün yetenekli öğrenciler için de gerekli.
Çünkü onların da sistemin içinde sıkıştığını görüyoruz. Birinci sınıfta zaten okuma yazma bilen bir çocuğa tekrar harf öğretmenin anlamı var mı? Yok.
Ona da kendi hızına uygun, hızlandırılmış bir eğitim modeli sunmalıyız. Tıpkı diğer çocuklar gibi, onun da potansiyeline alan açmalıyız.
Çünkü “herkes aynı şekilde öğrensin” anlayışı, aslında kimsenin tam anlamıyla öğrenemediği bir düzene dönüşüyor. Dünyada bunun çok güzel örnekleri var; bizde neden olmasın?

Peki Nasıl Olacak?
Eğitim sistemimizde iyileştirmeler yapmak için aslında özel eğitimden öğreneceğimiz çok şey var. Bunu hem özel gereksinimli bir çocuk annesi olarak, hem de genel eğitim sistemini yakından tanıyan biri olarak açık yüreklilikle söylüyorum.
Çünkü özel eğitim, çoğu zaman “normal” kabul edilen eğitimin ötesine geçebilen bir sistemdir. Orada her çocuk merkezdedir, hiçbir çocuk “ortalama”ya uydurulmaz, kendi hızında, kendi yöntemleriyle ilerler. Amaç, herkesin aynı bilgiyi aynı hızla öğrenmesi değildir, her çocuğun kendi yolunu bulabilmesidir. İşte belki de hepimizin çocuklarımızdan beklemesi gereken şey tam olarak budur.
Biz yıllarca çocukları belli bir kalıba sığdırmaya çalıştık. “Diğerleri gibi” olmalarını istedik.
Oysa onların dünyasına yaklaşmaya, onların öğrenme biçimlerini anlamaya çalışmamız gerekiyordu. Her çocuğun bir ışığı var, kimi daha erken parlar, kimi daha geç.
Yeter ki, onları destekleyelim ve fırsat verelim.

Özel Eğitimden Neler Öğrenebiliriz?
İnsan beyni gerçekten mucizevi bir yapıya sahip. Her yeni deneyim, her ilişki, her beceri beyinde iz bırakıyor. Bu değişebilirliğe “nöroplastisite” deniyor.
Yani beyin sabit bir değişmez değil. Tam tersine, sürekli yeniden şekillenen, uyum sağlayan, öğrenmeye açık bir yapı. Özel eğitim işte bu bilimsel gerçeği temel alıyor.
Özellikle otizmli çocukların gelişiminde beynin bu esnekliğini desteklemeyi, küçük adımlarla yeni yollar açmayı hedefliyor. Ama bu yöntemler yalnızca otizmli çocuklar için geçerli değil.
Aslında hepimiz, yaşam boyu öğrenen varlıklarız. Her çocuğun, her gencin, hatta yetişkinlerin bile öğrenme biçimini dönüştürebilecek kadar evrensel ilkeler bunlar. Ve ister inanın ister inanmayın, sizler de bu ilkeleri biliyorsunuz. Çünkü sizler de bir zamanlar çocuktunuz. Artık oyun oynamayı çoktan bırakmış olsak da, nasıl eğlenerek öğrendiğimizi, bir şeyleri merakla keşfetmenin ne kadar keyifli olduğunu hala anımsıyoruz aslında.
Oyun, bir çocuğun gözlerindeki ışıltı, öğrenmenin en güçlü göstergesidir. Bu yüzden özel eğitimde oyun sadece bir etkinlik değil, öğrenmenin en doğal aracıdır. Ben bunu oğlumda da birebir tanık oldum. Çalıştırmak istediğimiz bir beceriyi, bir oyunun içine yerleştirdiğimde her şey bir anda değişiyordu. Oyunla zorunluluğun yerini meraka bırakıyordu. Belki biz yetişkinlerin de yeniden hatırlaması gereken şey bu. Öğrenmek sadece “bilmek” değil. Hissederek, oynayarak, eğlenerek bir parçamız haline getirmek demek. Bugün eğitim sisteminde yapmamız gereken şey, oyunun gücünü yeniden keşfetmek. Öğrenmeyi eğlenceli hale getirmek, sadece çocuklar için değil, öğretmenler için de bir nefes olur. Çünkü gülümsemenin olduğu yerde öğrenme daha kolaydır. Beyin, duygularla birlikte öğrendiğinde bilgiyi çok daha derin işler. Mutluluk, merak, şaşkınlık, güven… Bunlar öğrenmenin yakıtıdır. Bir çocuk sevildiğini, kabul gördüğünü hissettiğinde öğrenmeye açık hale gelir. Bu sadece özel eğitimde değil, yaşamın her alanında geçerlidir. Evde, okulda, işte öğrenmeye duygularımızı kattığımızda bilgimiz daha kalıcı olur.
Bugün eğitim sisteminde yapmamız gereken şey, işte bu gücü yeniden hatırlamak.
Oyunun, duygunun ve merakın öğrenmedeki yerini geri kazandırmak. Öğrenmeyi eğlenceli hale getirmek sadece çocuklar için değil, öğretmenler için de bir nefes olur. Çünkü gülümsemenin olduğu yerde eğitim daha kolaydır.

Dünyayı Değiştirecek Eğitim
Bugün kullandığımız eğitim sistemi 2. Dünya Savaşı sonrası bir anlayışım devamı aslında. O dönem için ihtiyaçlar netti. Üretimi hızlandırmak, anneler ve babalar yaşamı devam ettirirken çocukların sınıfta uslu oturmasını sağlamak.
Belki de bu nedenle okullar biraz fabrikalara benziyordu. Ziller çalıyor, çocuklar sıraya giriyor, her çocuğun her şeye aynı anda başlaması ve bitirmesi bekleniyordu. Disiplin, ezber, tekrarlanan sınavlar… Dünyanın en gelişmiş ekonomisine sahip ülkelerinde bile eğitim bu çerçevede ilerliyordu.
Aradan neredeyse bir asır geçti. Dünya değişti, teknoloji değişti, yaşam biçimleri değişti.
Ama biz hala o dönemin eğitim kalıplarını sürdürmeye çalışıyoruz. Bu sistem artık bugünün çocuklarına dar geliyor. Çünkü bugünün çocukları bilgiye ulaşmaktan ziyade o bilgiyi dönüştürmekle ilgileniyor. Artık çocukların elinde bilgiye saniyeler içinde ulaşabilecek araçlar var. Hedef o bilgiye erişmekten çıktı. Bilgiyi yorumlamak, anlamlandırmak ve üretime dönüştürmek oldu.
Dünya, öğrenmenin sadece sınıfla sınırlı olmadığını fark etmeye başladı. Bugün eğitimde atılım yapan Finlandiya, Güney Kore, Kanada, Singapur gibi ülkeler bunu çok iyi biliyor.
Onlar artık çocuklarına “hangi yıl savaş oldu”yu ezberletmiyor. “o savaş neden oldu, tekrar etmemesi için ne yapabiliriz” diye düşündürüyor.
Çünkü yeni nesillerin ihtiyacı sadece bilgi değil, problem çözme becerisi ve empati daha öncelikli hale geliyor. Ve genç nüfusuna bunu kazandırabilen ülkeler, geleceğin dünyasında liderlik etmeye hazırlanıyor.
Bizim çocuklarımızın da buna hakkı var. Oyun oynayarak, deneyimleyerek, merak ederek, kendi sorularını sorarak öğrenmeye hakkı var. Sorgulayan, düşünen, hisseden, üretken bireyler olmaları için sistemin değişmesi şart. Artık “tek tip öğrenci” anlayışından “benzersiz birey” anlayışına geçmeliyiz. Çünkü her çocuk, dünyayı başka bir yerinden aydınlatıyor.
Ve o ışığı söndürmemek, bizim elimizde.




