AV. CANSU KORKMAZ: “ÖZEL GEREKSİNİMLİ BİREYLERE ŞİDDET UYGULAYANLAR İÇİN HAFİFLETİCİ SEBEPLER OLMAMALI!”
Özel gereksinimli bireylere şiddet uygulayanlara işin infaz noktasında hafifletici sebepler ve takdiri indirimleri olmaması gerekiyor. Bunlar adı üzerinde takdiri indirimler. Yani hakimin aslında karar verirken sanık açısından şunu düşünmesi gerekiyor, bu kişi bir daha suça bulaşacak mı bulaşmayacak mı?
Özel gereksinimli bireyler ve ailelerinin hakları için yıllardır mücadele eden bir avukatsınız. Bu yola nasıl çıktınız, neler sizi bu alana yönlendirdi?
Bu yolculuğum lise yıllarında bir derneğin toplantısına katılmamla başladı. Orada Down sendromlu, otizmli ve çeşitli zihinsel özel gereksinimleri olan gençlerin kurduğu bir perküsyon grubunu izleme fırsatım oldu. Gençler, büyük bir profesyonellikle Afrika davulları çalıyorlardı, hatta Mim Kemal Öke ve kızı da bu grubun üyeleriydi. Geleneksel Afrika kıyafetleri içinde, müziğin ritmine uyum sağladıklarını görmek beni derinden etkiledi. Bu deneyim, üniversiteye geçtiğimde de aklımdan çıkmadı ve bu alanda çalışmak istediğime karar verdim. Aslında bu alana adım atmam gönüllükle oldu.
Biraz araştırdığımda Kadir Has Üniversitesi Sosyal Yardımlaşma projeleri kapsamında gerçekleştirdiğiniz çalışmayla dönemin cumhurbaşkanından bir ödül aldığınızı da gördüm… O nasıl bir projeydi?
Aslında o proje, tipik gelişim gösteren çocuklara yönelikti. Üniversitemizin arkasında yer alan Cibali İlköğretim Okulu’ndaki çocuklar için 23 Nisan kutlamaları kapsamında bir tören ve parti organize etmiştik. Etkinlikte çocuklara hediyeler verdik, 23 Nisan ve Atatürk ile ilgili sorular sorduk. Bu proje, dönemin cumhurbaşkanından ödül almama vesile oldu ve bu ödül sayesinde üniversitede tanınır hale geldim. Bu da ileride engellilik alanında yapmak istediğim projelere zemin hazırladı.
Sonrasında özel gereksinimli çocuklarla da bir proje gerçekleştirdiniz, değil mi?
Bunun aslında ilginç bir hikayesi var. Ödülü aldıktan bir süre sonra, çok sevdiğim hocam Prof. Dr. Pervin Somer, sonra beni odasına çağırdı. Kendisi, engellilik alanında çalışan bir vakfın danışma kurulundaydı ve üniversitemizde böyle bir proje yapmak istediğini dile getirdi. 23 Nisan’a birkaç ay vardı. Üniversite öğrencileriyle özel gereksinimli çocukları ve ailelerini bir araya getirebileceğimiz, onların birer dileklerini gerçekleştirebileceğimizi bir panayır düzenleme fikri önerdim. Hocam bu fikri çok beğendi ve projeyi Kadir Has Üniversitesi’nde başlattık. Bu etkinliği 2010 veya 2011 yılından itibaren hayata geçirdik.
Orada özel gereksinimli çocukların dileklerini mi gerçekleştirdiniz?
Evet, ama asıl amaç çocukların dileklerini gerçekleştirmekten değildi. 2000’li ve 2010’lu yıllara baktığınızda – ki bugün hala aynı sorunlar devam ediyor – özel gereksinimli çocuklar, temel haklarına yaşıtları gibi kolayca ulaşamıyorlar. Bizim çoğu zaman göz ardı ettiğimiz bu haklara, kolayca ulaşabilecekleri bir alan sunmak istedik.
Nedir bu haklar biraz açar mısınız?
Örneğin, bir çocuk parkına gidip yaşıtları gibi özgürce oynayamıyorlar, akranlarıyla eşit bir şekilde oyunlara katılamıyorlar. Bu alanda kapsayıcılık yok. Engelli Hakları Sözleşmesi’nde “tam ve etkin bütünleşme” ilkesinden bahsediyoruz, ancak ne yazık ki oyun hakkı gibi temel haklardan mahrum kalıyorlar, ki bu durum hâlâ devam ediyor. Biz, panayır fikriyle aslında hediyeyi bir bahane olarak kullanıp hem çocukları hem de ailelerini üniversite öğrencileriyle bir araya getirmek istedik. Çünkü benim gözlemlediğim kadarıyla özel gereksinimli çocuklarla birebir teması olmayan kişiler, bu konular hakkında yeterince bilgi sahibi olmuyor. Temas eksikliği, farkındalık eksikliğini de beraberinde getiriyor. Bu projede her bir özel gereksinimli çocuk ve ailesini bir üniversite öğrencisiyle eşleştirdik. İlgi o kadar fazlaydı ki bazen 2-3 öğrenci bir aileyle eşleşti. Proje, yaklaşık 5-6 yıl boyunca her yıl devam etti. Amacımız sadece hediye vermek değildi; engelli bireyler ve aileleriyle gerçek bir temas kurmak, onları anlamak ve bir diyalog ortamı sağlamaktı.
Peki, projenin taraflarında, etkinliğe katılan taraflardan, diğer paydaşlardan nasıl dönüş aldınız?
Çok olumlu geri dönüşler aldık. Özellikle gönüllülerden… Onlara gönüllülük eğitimi vererek başladık projeye çünkü engellilik alanında aşırı duygusal tepkiler doğru yaklaşıma engel olabiliyor. Özellikle 17-22 yaş aralığındaki üniversite öğrencilerinde bu duruma daha yaygın rastlanabiliyor. Tipik gelişen bireylerin fazla yardımsever ya da sınırları aşıcı belli bir takım davranışları olabiliyor. Ajitasyona mahal vermemek için bir gönüllü eğitiminde bulunduk.
İlk etkinlikten sonra çocuklar ve aileler ayrıldığında, gönüllülerin hepsi bir kenara çekilmiş olayı sindirmeye çalışıyordu. Ben orada gönüllü arkadaşlarıma şunu söyledim: “Bugün gerçekten çok güzel bir gün geçirdik. Ve bu bir defalık bir şey değildi. Hepimiz mezun olduğumuzda, iş ve çalışma hayatında başladığımızda, ne iş yaparsak yapalım; mimar, avukat, savcı, iletişimci, yönetmen, lütfen farklı gelişimi gösteren bireyleri unutmayalım. Bir ev yapacağımız zaman, evet bu belli yönetmeliklerle düzenleniyor olabilir ama pratik ve uygulama her zaman düzenlendiği kurallar gibi olmak zorunda değil. Her ne iş yapıyorsak yapalım daha, evrensel tasarımla ve daha kapsayıcı düşünmeliyiz.” diye bir konuşma yaptım. Ve bir anda insanlarda ya “Evet, doğru… Biz hepimiz birer engelli adayıyız diye hareket etmemeliyiz. Ya da onlar bizim engelli kardeşlerimiz… Ya da melek çocuklar gibi bir terminolojiye hiç gerek yok. Benim temel haklarım varsa onların da aynı hakları var,” diye bakmaya başladılar. Bir sonraki senelerde de proje daha kapsayıcı, daha bütünleştirici yaklaşmamız gerekiyor düşüncesiyle yapıldı.
Proje birkaç yıl devam etti ve gönüllüler, üniversite yönetimi, hocalar, hatta rektörlük de destek verdi. Bazen gönüllüler kendi imkanlarıyla balonlar, ikramlar, yüz boyama gibi etkinlikler düzenledi. Proje tamamen gönüllülük ve dayanışma ile yürütüldü. Bu, engellilikle tanışmak ve farkındalık kazanmak için çok önemli bir deneyimdi.
Halen down sendromlu ve otizmli çocuklar için yoğun çalışmalar yürütüyorsunuz. Bu iki gruba yönelik çalışmanızın özel bir nedeni var mı?
Yok aslında. Süreç beni buraya getirdi. Benim kariyer planımda insan hakları ve engellik hukuku çalışmak hiç yoktu. Üniversitede okurken bu projeleri sadece gönüllülük esasıyla yapıyordum. İşimin bu kadar fazlasını kapsayacağını düşünmüyordum. Mesleğe ilk başladığımda ben ticaret ve ceza avukatıydım aslında.
Ailenizde hiç özel gereksinimli birey var mı?
Ailemde herhangi bir özel gereksimli birey yok. Yakın çevremde bir engellik tanısı almış biri de yok. Ama bana soracak olursanız, olması da gerekmiyor. Hatta olmaması benim için avukatlık açısından bir bakıma çok daha iyi. Çünkü olaya tamamıyla hak temelli bakabiliyorum. Evet, benim de duygusal olarak istediğim ve mutlaka yapılması gereken ve yapılmadığında sinirlendiğim bir duygusal tepki verdiğim durumlar oluyor fakat olaya meslek açısından baktığım için daha hak temel yaklaşabiliyorum. Bunun da benim için bir artı olduğunu düşünüyorum.
Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi Engelli Hakları Projesi (Harvard Law School Project on Disability)’nde Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi’nin yazar ekibinden olan Prof. Dr. Michael Stein ile de çalışmalarınız oldu. Bu çalışma hakkında da biraz bilgi verebilir misiniz?
Ben ceza ve ticaret şirketler hukukuyla ilgili kendi alanımda çalışırken, bir yandan da Türkiye’de engellik alanında hukukla ilgili boşluğun olduğunu çok net görebiliyordum. Çünkü o dönemde çeşitli vakıfların ve sivil toplum kuruluşlarının danışmanlığını yapmaya başlamıştım. Bu olanda üreten kısımda da olmak istiyordum. Bizim alanımızın iki türlüsü vardır. Birincisi, siz bir şeyi değiştirmek için bir emsal davayla, içtihatlarla bunu yapabilirsiniz. İkincisi; danışmanlıklarınızla, makalelerle, eğitimlerle, sempozyumlarla, üniversite ile birebir temasta olup bunu yapabilirsiniz. Ben her ikisini de yapmak istedim.
Prof. Dr. Michael Stein ile tanışmam da bu süreçte oldu. Engelli Hakları Sözleşmesi’ni okurken adını sıkça duyuyordum. Harvard Hukuk Fakültesi’nde Engelli Hakları Projesi’nin başında olduğunu öğrendim ve kendisine bir mail attım, kendimi tanıttım. O zamanlar 2-3 yıllık avukattım, oldukça toy ve yeniydim. Ama bir şeyler yapmak istiyordum. Beklenmedik bir şekilde, hemen aynı gün içinde bana geri döndü. Bu beni şaşırttı, çünkü kendisi Engelli Hakları Sözleşmesi’nin yazarı ve Harvard’da profesör; bana dönmeyeceğini düşünüyordum. Ama yine de denemek istedim ve sonuç aldım.
Birkaç ay sonra Türkiye’ye geleceğini söyledi. Geldiğinde, iki hocamla birlikte onunla bir toplantı düzenledik. Ne kadar büyük bir isim olsa da insanlarla sıcak bir diyalog kurmayı seven biriydi. Ve birbirimizi ok sevdik açıkçası. Türkiye’deki bir üniversiteyle birlikte zihinsel engelli bireylerin hakları üzerine bir sempozyum yapma kararı aldık. Bu sempozyumu 10-11-12 Aralık 2015’te Bilgi Üniversitesi’nde düzenledik. Türkiye ve Amerika’dan uzmanları bir araya getirerek zihinsel engellilik ve Engelli Hakları Sözleşmesi’nin 12. ve 24. maddeleri kapsamında eğitim ve sosyal haklar üzerine paneller gerçekleştirdik.
Sempozyumun üçüncü gününde atölye çalışmaları düzenledik. Benim için birebir temas önemliydi; hukuki olarak anlatmak elbette değerliydi ama somut bir zemine oturtmak gerekiyordu. Bu yüzden ikinci günün son panelinde mikrofonu öz savunucu bireylere verdik. Farklı sivil toplum kuruluşlarından 6-7 zihinsel özel gereksinimli birey, hukukçulardan neler beklediklerini anlattılar. Son günü de sosyal etkinliklere ayırdık, beraber partiledik. Bu şekilde 3 günlük dolu dolu bir sempozyum gerçekleştirdik.
Halen özel eğitim ve engelli hakları alanında çalışan çeşitli sivil toplum kuruluşlarına hukuki danışmanlık yapıyorsunuz. Aileler en çok hangi konuda zorlanıyor? Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında en çok özel eğitimde sorun yaşanıyor gibi görünse de, bence engellilik alanındaki en büyük sorun, tanı sürecinde başlıyor. Örneğin, otizm tanısı idealde 1,5 yaş civarında konabiliyor. Ancak, tanıyı koyan doktorlar genellikle ailelere sonraki adımlar hakkında bilgi vermiyor. Bu, hekimlerin ve hastanelerdeki sosyal hizmet uzmanlarının görevi olmalı. Ancak ailelere danışmanlık veya bilgilendirme yapılmadığı için, birçok aile bilgiye ulaşmak için internete başvuruyor. Burada çok büyük bir bilgi kirliliği ile karşılaşıyorlar.
Örneğin, Down sendromu tanısı doğum öncesi veya doğumdan hemen sonra konabilir. Down sendromlu bir çocuğun en yoğun terapi ihtiyacı ilk 3 yıldadır, ancak çoğu aile bunu bilmiyor. Ailelere tanı sonrasında rehberlik edecek bir bilgilendirme mekanizmasının olmaması büyük bir eksiklik.
Aileler, bir yandan tanıyı kabullenmeye çalışırken, bir yandan da çocuğun özel gereksinimleriyle başa çıkmaya çalışıyor. Zaten yeni doğmuş bir bebekte hayat zorlaşmaya başlıyor. Bir de Down sendromu veya Cerebral Palsy varsa, bu süreç aile için oldukça zorlu. Otizmde ise, bazen 4-5 yaşına kadar tanı konulamıyor. Aileler bu tanıyı duyduklarında ne yapacaklarını bilemiyorlar.
Eğer kurumlar arası iş birliği olsa, tanı konulduğu anda ailelere “korkmanıza gerek yok” diyerek, gerçekçi adımlar anlatılsa, süreç çok daha sağlıklı ilerlerdi. Tanı sürecinde sosyal hizmet uzmanlarının devreye girmesi, ailelere rehberlik etmeleri gerekiyor. RAM’lardaki 0-36 ay aile eğitimleri gibi eğitim programları var, ancak çoğu aile bu eğitimlerden haberdar değil. Hatta bazı RAM’lar bile bu eğitimleri vermek zorunda olduklarını bilmiyor.
Tanı anında, hatta o saniyede, ailelere sosyal hizmet uzmanı ya da psikolog aracılığıyla destek sunulmalı gerekiyor. Çünkü orada hem çocuğu hem de aileyi desteklememiz gerekiyor.
Down sendromlu ya da otizmli bireyler, bakımevlerinde veya eğitim gördükleri yerlerde şiddete maruz kaldığında, faillerin aldıkları cezaların hafif olduğunu görmek bizleri şaşırtıyor. Bu cezaların az olmasının hukuki dayanağı nedir?
Bizim genel hukuk sistemimiz zarar üzerine odaklı. Bir kişi, fiziksel ya da manevi olarak ne kadar zarara uğradıysa siz bu zararı ya tazmin etmek ya da bir suç teşkil ediyorsa cezalandırmak durumdansınız. Ceza hukukuna göre bu zarar fiziksel bir zarar olmak durumunda.
Örneğin, bakım evlerinde, özel eğitim ya da rehabilitasyon merkezlerinde, okullarda özel gereksinimli bireylerde, nasıl bir fiziksel zarar meydana geldiğine bakılıyor.
Burada da iki eksen var. Birincisi kişinin özel gereksinimde olması. Yani ruh ve beden açısından kendisini savunamayacak durumda bulunması ki, bunun ille de özel gereksinim olmasına gerek yok. Örneğin beni herhangi bir uyuşturucuyla uyuşturup dövmüş de olabilirler. Bu da benim ruh ve beden açısından kendimi koruyamayacak durumda olduğumu gösterir. İkincisi ise bende meydana getirdiği zarar. Basit tıbbi müdahaleyle giderilebilecek durumda mı, değil mi? Bahsettiğimiz durumlarda, genellikle BTM dediğimiz ‘Basit Tıbbi Müdahale ’yle giderilebilecek durumda zararlar meydana gelmiş oluyor. Kolunda morluklar oluyor ama herhangi bir kemik kırığına sebep olmuyor. Hayati yaşamsal fonksiyonlarını tıbbi açıdan tehlikeye sokacak bir durum yoksa basit tıbbi müdahaleyle giderilebilecek raporu çıkıyor. Bu da tabii alınacak cezayı düşük tutuyor. Diyelim ki, bunu yapan öğretmen, bakıcı ya da başka bir personel… Bunun da bir önemi olmuyor. Burada da kişinin kamu görevinin getirdiği kolaylaştırıcı etki dolayısıyla yapılıp yapılmadığına bakılıyor. Memursa memur suçları savcısı tarafından soruşturuluyor, fakat izne tabi.
Peki, bu cezaların caydırıcı olması lazım değil mi?
Bence verilen cezalar, yani TCK’da düzenlenen cezalar kasten yaralamaya ilişkin olarak ve diğer hususlara ilişkin olarak takdiri halleri saymazsak gayet yeterli. Fakat işin infaz noktasında hükmün açıklanmasının geri bırakılmaması, hafifletici sebepler ve takdiri indirimlerin de olmaması gerekiyor. Bunlar adı üzerinde takdiri indirimler. Yani hakimin aslında karar verirken sanık açısından şunu düşünmesi gerektiği, bu kişi bir daha suça bulaşacak mı bulaşmayacak mı? Genellikle sanığın ilk suçuysa, hakim direkt hükmün açıklanmasının geri bırakılması dediğimiz bir mekanizmayı devreye sokuyor. Burada kişi eğer ilk defa bir suç işlediyse, engelli bir bireye de olsun, tipik gelişimi gösteren bir bireye de olsun fark etmiyor. Hakimin takdirine bağlı olarak %90 ihtimalle, hatta %99 ihtimalle 5 yıl boyunca erteleniyor. Kişi cezasını çekmiyor, adli sicil kaydında ve sabıka kaydında çıkmıyor. Kişi kasten yaralama suçunu işlediğinde eğer ayrı bir idari soruşturmadan da ceza almadıysa -meslekten men gibi- o zaman kamu görevine de devam edebiliyor. Yani öncelikle bizim, TCK olarak kişiye verilen cezayı arttırmaktan ziyade bu noktalarda caydırıcılığa ilişkin bir şey yapmamız gerekiyor. Az da olsa ceza almalı ve cezasını çekmeli. Devamında da örneğin bu kişi bir daha çocuklarla bir araya getirilmemeli. Ya da sağlık personeliyse, hastalarla bir araya getirilmemeli. Bakım personeliyse, bakım verdiği kişilerle bir araya getirilmemeli.
Yani şu anki işleyişte, şiddet uygulayan bir bakım personeli ya da öğretmen ilk suçu olduğu için aynı kurumda ya da başka bir kurumda çalışmaya devam edebilir. Doğru mu anlıyorum?
Doğru, eğer kendi kurum içindeki idari soruşturmasında bir ceza almadıysa, memuriyetini etkileyecek ceza almadıysa ya da idari soruşturmada meslekten çıkarılma cezası almadıysa devam edebilir. Orada suç her ne olursa olursun bizim bunun önüne geçmemiz gerekiyor. Bu arada cinsel suçlarda hüküm aldığı zaman zaten memurluğu da düşüyor ama memurluktan çıkarma cezası alınamayacak suçlarda da -örneğin basit yaralama suçlarında- kişinin mağdur ettiği kişi ya da kişi potansiyelleri ile temasını sıfırlamanız gerekiyor.
Türkiye Down Sendromu Derneği Yönetim Kurulu Üyesi ve Hukuki Danışmanı olarak müdahil olmak istediğiniz bir dava vardı. O davanın konusu hakkında bize bilgi verebilir misiniz?
Dava hala devam ediyor. O yüzden çok net bir şekilde bilgi vermem doğru olmaz. Fakat aile de bu noktada kendi avukatlarıyla davayı çok da güzel bir şekilde takip ediyorlar. Biz de Türkiye Down Sendromu Derneği olarak ilk celsede müdahillik talebinde bulunduk. Bu arada, dernek olarak bizim müdahillik talebimiz kabul edilmedi. Çünkü herhangi bir olayda derneklerin ya da baroların müdahillik talebinin kabul edilmesi için suçtan direkt zarar görüldüğünün ispatlanması gerekiyor. Sadece Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın müdahillik talepleri kabul ediliyor. 6284 ve Aile Bakanlığı’nın özel yetkinden ötürü kadın, çocuk ve engelli bireylerin davalarında müdahil olma yetkileri var. Bunu da çok aktif bir şekilde kullanıyorlar. Nitekim bu dava dosyasında da böyle oldu. Aile Bakanlığı da bu yönde dosyayı aktif bir şekilde takip ediyor.
Süreci, karşılaştığınız zorluklar ve ulaştığınız sonuç hakkında bilgi verebilir misiniz?
Ankara’da bir özel eğitim uygulama okulunda, özel eğitim öğretmeni down sendromlu, aynı zamanda otizm tanısı olan, B. adlı bir öğrenciye fiziksel şiddette bulundu. Ve bu olay kameraların gördüğü bir yerde, açık bir şekilde gerçekleşti. Ailenin iddiası bu şiddetin daha önce de olduğu noktasında. Fakat tabi bu somut delillerle ispatlanması mümkün olamamış. Sadece o günkü fiziksel şiddet boyutunda kişi hakkında soruşturma başlatılmış, deliller toplanmış ve yargılama sürecine başlandı.
Bizzat özel eğitim öğretmeninin gerçekleştirdiği bir şiddet eylemi söz konusu olduğundan, ciddi bir sosyal tepki oldu konuya karşı. Öğretmen, her ne kadar meşru müdafaa kapsamında değerlendirmesi talebinde bulunursa da, biz meşru müdafaanın koşullarının oluşmadığını düşünüyoruz. Ailenin avukatının düşünceleri bu yönde. Çünkü çocuğun birebir öğretmene karşı bir fiziksel davranışı yok. Kaldı ki, özel eğitim uygulama okulunda, bir öğrencinin davranış sorunu göstermemesi gibi bir durum da söz konusu değil. Öncesinde, gencin davranış problemi gösterdiğine dair somut deliller ve tutanaklar da yok dosyada. Bu yönde somut delillerle desteklenmeyen iddialar var sadece. Kaldı ki davranış problemleri gösterse bile burada öğretmen ya da okul müdürlüğünün alabileceği tedbirler var; örneğin çocuğun davranış problemi kendi başlarına çözebilecekleri bir durum olmaktan çıkarsa aile ve RAM iş birliğiyle yeni BEP’ler düzenleyip ona göre eğitim vermek zorunda. Okuldan atamaz, örgün eğitimin dışına çıkartamaz. Zaten özel eğitim okulunda çünkü, ayrıştırılmış. Burada sorumluluk zaten öğretmen ve okul yönetimine düşüyor, velev ki davranış problemi gösterdi, bu yüzden şiddete uğraması akıl alacak, kabul edilecek bir durum değil.
Dava şu anda nasıl ilerliyor?
Öğretmen tutuklu olarak yargılanıyordu. Fakat bir önceki celsede tutukluluk halinden salıverildi. Halen yargılaması devam ediyor.
Örnek olarak ele alırsak… Bu davada karşılaşılan zorluklar nelerdi?
Şu an halen devam eden bir dava olduğu için daha fazla konuşmakta sakınca var ama genel olarak konuşabiliriz. Dosyalarda da karşılaştığımız en büyük sorun, hakimler, savcılar ya da avukatların özellikle zihinsel özel gereksinimli bireylerle bir araya gelmedikleri için ne şekilde tepki göstereceklerini bilmemesi. Örneğin bu gibi şiddet dosyalarında, sanık kendisini suçtan kurtarmak için meşru müdafaanın arkasına sığınıyor. Bu ne demek? “Karşımdaki zihinsel engelli birey. Bana saldırdı, ben kendimi korudum” demek aslında. Bunun bir sonraki aşaması da, o zihinsel engelli bireye potansiyel şüpheli olarak davranılması. Yani kişi zihinsel engellidir, davranışlarını kontrol edemez, herkese saldırabilir ya da bir suç işleyebilir diyerek potansiyel şüpheli olarak kabul ediliyor. Fakat ceza kanununda ya da ceza hukukunda böyle bir şey yok. Meşru savunma o anlık olaya ilişkin yapılabilir. Yapılma ihtimaline binaen, siz gidip o kişiyi kısıtlayamazsınız ya da o kişiye bir şiddet eyleminde bulunamazsınız. Bu hepimiz için geçerlidir. Fakat zihinsel özel gereksinimli bireyler için bu böyle değil. Potansiyel şüpheli olarak bakılıyor. Birinci sıkıntı bu. İkinci sıkıntı ise zihinsel engelli bireylere ifade alma ve sorguya ilişkin özel hükümlerimizin olmaması. Yani tipik gelişim gösteren kişilerle aynı sorgu usullerine tabiler. Örneğin benim sanık müdafi olarak görev aldığım bir dosyada hakim sanık olduğu için otizmli bir genci sorguyu aldı. “Böyle iddialar var. Bunu yaptın mı?” diye suça ilişkin sorular sordu. Fakat sanık soruları anlamıyordu ki… Ona savunma verebilecek uygun şartlar sağlanmadı. Sağlansa bile zaten mevcut ceza mevzuatı zihinsel özel gereksinimli bireylerin ihtiyaçlarını karşılayacak durumda değil.
Bununla beraber, 6 yaş ila 18 yaş arası içim Çocuk İzlem Merkezleri (ÇİM) vardır. Özel gereksinimli olsun olmasın ifadeleri çocuk izlem merkezinde alınır. Bir kerede ve en doğru koşullar oluşturulmaya çalışılarak alınır. Tarafların avukatları ve savcı bir cam ekranın arkasında soruları sosyal hizmet uzmanına iletir ve o uzman sorar. İfade alma gibi değildir, bulunulan yer oda şeklinde tasarlanmıştır. Ama yetişkin özel gereksinimli bireylerin, yine diğer yetişkinler gibi aynı koşullarda ve aynı yerde ifade vermesi beklenir. Bu koşulların değiştirilmesi gerekiyor.
Aileler, bakımevinde şiddet gören bir özel gereksinimli bireyin işkenceye uğradığını düşünüyor. Fakat galiba, ceza hukukunda genellikle o kapsama girmiyor. Hukuki olarak konuya dair bir yorumunuz var mı?
Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) birbirine yakın suçlar bulunuyor. Bunlardan kasten yaralama, işkence ve kötü muameledir. Kötü muamele, kişiye her türlü olumsuz davranışı içerir; fiziksel ve psikolojik olarak çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir. Ancak, işkence gibi sürekli bir eylem değildir. İşkence, sistematik bir şekilde, fiziksel ve psikolojik zarara yol açan bir süreçtir.
Buradaki kötü muamele ile işkence arasındaki fark, işkencenin daha ağır sonuçlar doğurması ve sistematik bir şekilde gerçekleşmesidir. İşkence suçunun delillendirilmesi oldukça zordur; çünkü çoğu zaman kamera kayıtları gibi deliller kurumların içinde yer alır.
Örneğin, benim bir dosyamda, bakıcısı tarafından elleri ve kolları bağlanmış bir çocuğun odaya taşınmaya çalışıldığını görüyoruz. Çocuk yere düşüyor ve bakıcısı onu tekmeliyor. Sonrasında boynundan tutarak bir odaya götürmeye çalışıyor ve çocuğu odanın içine atıyor; bu sırada çocuk kafasını vurup bayılıyor. Ambulans çağrılıyor ve olay, ambulans görevlileri tarafından ortaya çıkarılıyor. Eğer çocuk orada kendine gelseydi, bu durumu belki de hiç öğrenmeyecektik. Olay, kurum içinde gerçekleştiği için somut delillerle işkence olup olmadığını belirlemek oldukça güç. Bu durumda kişinin kendi kendine zarar verdiği söylenebiliyor.
Pekala, diyelim ki işkence veya kötü muamele yok. Davranış sorunu yaşayan gençler, bazen birbirlerine veya bakıcılara zarar veriyorlar diyelim. Bu durumda, önleyici tedbirler almamız ve şeffaf olmamız gerekiyor. Önemli olan, yaşanan olayı yok saymak yerine bu konulara yönelik protokoller geliştirmektir.
Örneğin, Aile Bakanlığı birkaç yıl önce, davranış problemi yaşayan gençler için bir kılavuz oluşturmuştu. Bu kılavuzda, öfke nöbeti geçiren bireylere nasıl yaklaşılması gerektiği anlatılıyor. Fakat bu uygulanıyor mu? Hayır, çünkü bu bir kılavuz, bir genelge değil. Kılavuz ihtiyatidir.
Bunun yanı sıra, öfke nöbetlerini kontrol altına almak için özel odalar, yani “sakin odalar” yapılması gerekiyor. Bu odalar, yastıklarla kaplanmış ve güvenli bir ortam sağlamaya yönelik düzenlemeler içermelidir. Bu odalar, filmlerden de gördüğümüz üzere, her tarafı yastıklarla ve pedlerle çevrili alanlardır. Böylece kişi kendine zarar veremez. Bu düzenleme yalnızca zihinsel özel gereksinimi olan bireyler için değil, aynı zamanda psikoz geçiren bireyler için de geçerlidir.
Bu tür alanların sayısının artırılması önemlidir. Amacımız, kişilerin öfke nöbetlerinden çıkmalarını sağlamak olmalıdır. Kişiyi bağlamak, “başkalarına zarar vermemesi için bunu yaptım” demekle açıklanamaz. Hiçbir durumda kişinin elini veya kolunu bağlayamazsınız. Bu onun kişisel alanına bir müdahaledir ve bütün uluslararası insan hakları sözleşmeleriyle yasaklanmıştır.
Peki, özel eğitim veya bakım evlerinde kamera yasağı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu konu bana sıkça soruluyor. Kamera olmalı mı? Evet, olabilir; zaten birçok merkezde kamera var. Olmayan yerlerde de genellikle girişlerde kameralar bulunuyor. Bunun nedeni, devletin 8 artı 4 saatlik eğitim ücretini ödemesi ve gelen öğrenci sayısını takip etmesidir.
Fakat kameralar olayın olmasını engellemez, olay olduktan sonra delil niteliği taşır. Asıl hedefimiz, bu tür sorunların yaşanmaması olmalıdır. Kişilerden çocuğa gelecek olan zararı bizim önlememiz gerekiyor. Yani yapacak olan, kamera varken de yapar ya da kameranın kör noktasında da yapar. Ki böyle olaylar da var. Çünkü biri zarar verecekse, bunu kamera varken de ya da kameranın kör noktasında gerçekleştirebilir. Bu tür olaylar da yaşanıyor.
Bazı kurumlarda kameralar bekleme odasına yansıtılıyor; bu da yanlış bir uygulama. Burada bir çocuğun velisi, başka bir çocuğun görüntülerini izleyebilir. Bu tür durumların olmaması gerekir; ince bir çizgi var. Kameraların varlığına karşı değilim, ancak bu durumun doğru bir şekilde kullanılmasını savunuyorum.
Kamera, çocuğun eğitsel olarak daha iyi bir noktaya gelmesine yardımcı oluyorsa olmalı. Veli, çocuğun gelişimini takip edebilmeli ve olumsuz bir durum olduğunda müdahale edebilmelidir. Ancak, burada o ince çizgiyi korumamız gerekiyor. Unutmayalım ki kamera bir delildir; sorunların çözüm kaynağı değildir.
Başta hukukçular olmak üzere, engelli hakları alanında çalışmak isteyenlere tavsiyeleriniz neler?
Öncelikle, üniversite öğrencileri için —ister çocuk gelişimi, ister tıp, hemşirelik, avukatlık veya hukuk alanında olsun—, ben kendi öğrencilerime de söylüyorum, benim en önemli önerim, sevdiğiniz mesleği yapmanızdır. Bu, gerçekten temel bir husustur. Bu alana girebilmek için sevgi ve tutku gereklidir; sevmeden bu işi yapamazsınız. Sevmiyorsanız yapmayın diyorum. İkincisi gerçekten bu alana dahil olmak istiyorsanız, olunuz.
Nitelikli uzmanlara her zaman ihtiyacımız var. Doğru bilginin kaynağına ulaşmaktan asla korkmayın. Hukukçular için belli bir hukuk nosyonuna sahip olmak şarttır. Ezbere bilgi yeterli değildir. Her olay, çocuk ya da tanı aynı olsa bile farklılıklar içerir. Çünkü her insan farklıdır ve her çocuğun ihtiyaçları özeldir. Herkese tek bir çözüm sunmak mümkün değildir.
Örneğin, aileler bana sıkça “örnek bir dilekçe var mı?” diye soruyor. Yok. Çünkü senin çocuğun ihtiyaçları farklı. O yüzden kopyala yapıştır dilekçelerle de aslında bu davaların, bu süreçlerin yürütülmemesi gerekiyor. Bizim her önümüze gelen olayda, tanı aynı, okul aynı olsa bile mutlaka bir farklılık oluyor. Neden? İnsan farklı çünkü. O çocuğun ihtiyaçları farklı. Herkese tek bir reçete yok. Nasıl her çocuğa özel BEP yapılıyorsa, her çocuğun da hukuki yaklaşımı, hukuki süreci kendine özeldir. Benim naçizane tavsiyem bu.
Bir de, aileye ve okula olabildiğince beraber yardımcı olmak gerekiyor. Evet, aile size ulaşmış olabilir. Siz ailenin ve çocuğun avukatısınızdır ama o çocuk o okulda ortalama 12 sene eğitim görecek. İnsanları hukuki açıdan zorlayarak, hukuki olarak bir şeyleri yapmak zorunda olduğunu hissettirerek özel eğitim alanında çalıştıramazsınız. Evet, karşı tarafın yükümlülüğünün olduğunu bilmesi gerekiyor ama bunu üsttencil bir dille, biraz hukuki tehditvari savunmalarla yapmamak gerekiyor. Hukukçular olarak bizim okul ve aile arasındaki bağı kuran taraf olmamız gerekiyor. Yoksa ben de bilirim, okullara bir sürü ihtarlar çekmesini, dilekçeler vermesini, zorlayıcılıkla bir şeyleri yapmasını. Ama burada zorlamayla olacak bir durum yok. Öncelikle çocuğun üstün yararı diye bir ilkemiz var bizim ve onu gözetmemiz gerekiyor. O yüzden aile ve okul arasındaki köprüyü çok yıkmama, yıkıldıysa da onarma taraftarıyım.
Son söz olarak ne söylemek istersiniz?
Son olarak kapsayıcılıkla ilgili bir şey söylemek isterim. Evet, biz engelli bireylere, ailelerine ve bu yöndeki sivil toplum kuruluşlarına haklarını anlatmak, onları bu yönde bilinçlendirmek ve sivil toplum kuruluşlarının bu yöndeki kapasitelerini geliştirmek için çalışıyor olsak da, artık sadece engellilik alanında kendimizi yalnız hissetmek istemiyoruz.
Topluma tam ve etkin katılım hedefimiz olmalı. Bu yönde doğrudan engellilik ya da özel gereksinimli bireylerle çalışmayan sivil toplum kuruluşlarını da yanımızda görmek ve ortak projelerde bulunmak istiyoruz.
xq