NASUH MAHRUKİ İLE CESARETİN VE SORUMLULUĞUN İZİNDE

Dağların zirvesinden insani sorumluluğa uzanan yolculuğunda, Nasuh Mahruki sadece bir dağcı değil, aynı zamanda bir lider ve ilham kaynağı. Mahruki ile sınırları zorlayan yolculuğunda, toplumsal sorumluluk bilincinin ve cesaretin hayatına nasıl yön verdiğini konuştuk.

 

Dağcılığa olan ilginiz nasıl başladı ve bu ilgi kariyerinizde nasıl bir yol çizdi?

Çocukluğumdan itibaren doğa ve açık alanlarla iç içe bir yaşam sürdüm. Büyükbabamdan kalan bahçeli bir evde büyüdüm, doğa ve beslediğimiz hayvanlar hayatımızın vazgeçilmez bir parçasıydı. Üniversitede de doğada spor fikri karşıma çıktı. Okulumuzda bir dağcılık kulübü vardı. Orada katıldığım bir fotoğraf gösterisi ve söyleşi beni çok etkiledi. Hemen teorik eğitimlere başladım ve oldukça sıkı bir eğitimde geçtik. Dağcılık, usta-çırak ilişkisiyle öğrenilen bir spordu. Teknik bilgi ve becerileri anlatan, öğreten, kazandıran, deneyimleten, elinden tutup dağa götüren ve yaşatan bir sistem vardı. Ben de o sistem ile kendimi geliştirdim. Dağcılıkla birlikte, mağaracılık da hayatıma girdi. Mağara Araştırma Derneği’ne katıldım, ODTÜ Su Altı Topluluğu ile dalış yapmaya başladım, yamaç paraşütüyle ilgilendim. Doğa sporlarına duyduğum ilgi giderek büyüdü ve hayatımın büyük bir kısmını bu aktivitelerle geçirir hale geldim. Bu süreçte, kariyerimle ilgili kritik kararlar aldım. 23 yaşında Türkiye’nin ilk 8000’lik zirvesine tırmanan dağcı olmaya karar verdim; benden önce bu hedefi belirleyen başka bir Türk dağcı yoktu.

O yıllarda sizin için dönüm noktaları nelerdi ve bu süreçte aldığınız kararlar nasıl şekillendi?

Üniversite yıllarımda, Türkiye’den başlayarak İran, Pakistan, Hindistan, Nepal ve Çin gibi ülkeleri kapsayan bir kara yolculuğu yapmayı hedefime koydum. Üniversiteyi bitirir bitirmez de yüksek irtifa dağcılığına başladım. Okulumuzda misafir olan bir matematik profesörünün yönlendirmesiyle Khan Tengri Dağı’na tırmanma fırsatı yakaladım. Aslında bu tırmanışa katılmak isteyen başka arkadaşlarım da vardı ancak son anda hepsi vazgeçti. Ben tek başıma uçağa bindim ve bu kararım hayatımın dönüm noktası oldu, kariyerimde her şeyi değiştirdi.

Daha sonra, Türkiye’nin en yüksek dağlarına tırmanmaya devam ettim. 1995 yılında Everest’e tırmanan ilk Türk ve ilk Müslüman dağcı oldum. 1996’da yeni zirveleri tamamladım ve 28 yaşında, Antarktika da dahil her kıtaya gitmiştim. Aynı yıl, AKUT Arama Kurtarma Derneği’ni dağcı arkadaşlarımla birlikte kurduk.

“Everest ile alakalı benim açımdan en zor tarafı, daha önce Türkiye’de hiç kimse tarafından yapılmamış, hiç denenmemiş olmasıydı… Bizden birisi o sınırı aştı mı “Aa demek başkaları da aşabilir,” farkındalığı geliyor. Ama öncesinde, hep yabancılar yapar da biz yapamayız, kolay değildir diye bir algımız var. En zor yanı bunu aşabilmek, bunu göze alabilmek.”

AKUT’u kurma fikri nasıl gelişti?

1994 Kasım’ında, Bolkar Dağları’nda meydana gelen bir dağ kazasında, Yıldız Teknik Üniversitesi’nden iki genç dağcı, hayatını kaybetti maalesef.  O zamanlar Türkiye’de organize bir arama kurtarma sistemi yoktu. Böyle durumlarda, gönüllü dağcılar münferit olarak bir araya gelirler ve doğaçlama bir şekilde duruma müdahale etmeye çalışırlardı. Bu olayda da Türkiye’nin dört bir yanından yaklaşık 100 dağcı toplandık. On dört gün boyunca iki grup halinde arama yaptık ama ne yazık ki sonuç alamadık. Aileleri helikopter kiraladı, helikopterle Bolkar Dağları’nın zirvelerine bırakıldık, ancak yine de gençleri bulamadık. Bu olaydan sonra birkaç dağcı arkadaşımla birlikte Türkiye’de gelecekte daha çok dağa ve doğaya çıkan insan olacağını ve daha çok kaza meydana geleceğini öngördük. Bu kazalara müdahale edebilmek için organize bir kurtarma ekibi kurmamız gerektiğine karar verdik. Eğitim, lojistik ve tüm ihtiyaçları düşünerek, önceden hazırlıklı olmanın ne kadar önemli olduğunu fark ettik ve böylece AKUT’un temellerini attık.

Bu dönemde sizin doğa ile ilişkiniz ve dağcılık çalışmalarınız nasıl devam ediyordu?

1997 yılında bir kız arkadaşımla motosikletle yola çıkıp Türkiye, İran, Pakistan, Hindistan, Nepal ve Katmandu’ya kadar gittik. Motorun 10.000 km bakımını yaptıktan sonra, o okuluna dönmek için uçakla Türkiye’ye geri döndü. Ben ise bir 8000’lik zirve tırmanışına katıldım ve Türkiye’nin en yüksek solo 8000 tırmanışını gerçekleştirdim. Ardından tekrar motosikletime binip, gezerek Türkiye’ye döndüm. Bu yolculuk toplamda dört ay sürdü. Yolda olmak, varmak, hayalini kurmak, geri döndükten sonra bu deneyimi paylaşmak—fotoğraf sergisi, kitap, belgesel gibi—insanı besleyen, geliştiren ve öğreten müthiş deneyimler. Bu seyahatim sırasında günlük tuttum ve sonunda “Asya Yolları, Himalayalar ve Ötesi” adlı kitabım çıktı. Hayatımın en unutulmaz yolculuğuydu.

AKUT’un kuruluş süreci ve bu süreçte karşılaştığınız en büyük zorluklar nelerdi?

Kitlesel afetler, elbette en büyük zorluklardı. Çok kısa bir sürede, devasa bir probleme çözüm bulmaya çalışmak, hem de kısıtlı kaynaklarla, oldukça zordu. Özellikle 17 Ağustos depremi, bizim için en zor dönemdi.

Çoğumuz adınızı o sırada duyduk…

Evet, genel anlamda o süreçte pek duymayan kalmadı. 17 Ağustos gerçekten çok hazırlıksız yakalandığı bir dönemdi. Çok önemli bir boşluğu doldurduk o süreçte. Sonrasındaki süreçte her şeyin politize edildiği gibi AKUT’un da baskıyla benim başından istifaya zorlanmam, operasyonların engellenmesi, içerisinin karıştırılması filan gibi bir sürü şey yaşandı ve o bayağı zor bir işti…

Doğayla iç içe bir yaşam sürmek size hangi hayat derslerini öğretti?

Doğa sonuçta hepimizin ana kucağı. Herkesin anavatanı doğa. Yüz binlerce yıl, doğa koşullarının içerisinde biz onun bir parçası olarak, onun ritmine, döngüsüne, karakterine, şartlarına, iklimine uyum sağlayarak buralara geldik. Dolayısıyla o uyum, o denge önemli. İnsanoğlu doğanın farkında olarak kontrol gücünü de çok geliştiriyor. Koşullara uyum sağlayarak, ekipman, planlama ve lojistik ile güvenli, huzurlu ve başarılı bir şekilde nasıl ilerleyebileceğini de çözüyor. Bu bir taraftan da, onun sınırlarını geliştiriyor.  O yüzden o doğanın içinde olmak bana her zaman çok besleyici gelmiştir. Tabii bir yandan da; kış koşulları, gece koşulları, teknik tırmanışlar, yüksek irtifa, düşük hava basıncı, düşük oksijen, kötü hava koşulları gibi bir sürü karmaşık ve çok tehlikeli değişkenle beraber süreç öngörülemez oluyor. İnsan zamanla bunları öngörmeyi, yönetmeyi, başa çıkabilmeyi öğreniyor. Günü geldiğinde kullanmak üzere onları kendi hazinesine aktarıyor.

Sizi dünya çapında tanıtan Everest’e tırmanışınız sırasında karşılaştığınız en büyük fiziksel ve psikolojik zorluk neydi?

Everest ile alakalı benim açımdan en zor tarafı, daha önce Türkiye’de hiç kimse tarafından yapılmamış, hiç denenmemiş olmasıydı. Everest’e 1953’ten bu yana Nepal tarafından, Güney yanından çıkılırdı. İlk defa 1995’te Tibet rotası, kuzey rotası ticari ekspresyonlara açıldı. Ben de 1995’te kuzey tarafından çıktım. Teknik olarak üst kısımları biraz daha zahmetli ve biraz daha uzun bir rotaydı. Böyle bir hedefin altından kalkabilmek ne kadar olası, bizim dağcılık kapasitemizde bir ülkenin dağcıları için ne kadar mümkün sorularının belirsizliği vardı. Açıkçası işin psikolojik taraflarını aşmak işin en zor kısmıydı diyebilirim. Bizden birisi o sınırı aştı mı “Aa demek başkaları da aşabilir,” farkındalığı geliyor. Ama öncesinde, hep yabancılar yapar da biz yapamayız, kolay değildir diye bir algımız var. En zor yanı bunu aşabilmek, bunu göze alabilmek. O yüzden ilk olmak değerlidir.

Bir taraftan da sponsoru bulmak zor ve zahmetli bir süreç oldu. Çünkü 7000’lik tırmanışlar 500$-1000$’dı. Ama Everest gibi tırmanış 60.000$’lık bir bütçe gerektiriyordu. Dolayısıyla onu babamdan alabilecek halim yoktu. Sponsor bulmak lazımdı. İşletme okuduğum için iyi kötü bir proje dosyası hazırlayabilecek bir bilgim vardı. Dosyamı hazırlayıp bir sürü yere yolladım ve Yapı Kredi Genel Müdür yardımcısı Ömer Kayalıoğlu’ndan bir randevu koparmayı başardım. İlk toplantıda ikna ettim zaten Ömer Bey’i ve proje onaylandı.

Doğayla iç içe bir yaşam sürmek size hangi hayat derslerini öğretti?

Yaptığım her şey sonuçta belli ölçüde riskler ve tehlikeler içeriyordu, ben de onları yönetmeyi öğrendim. Bu, arama kurtarmada da çok işi yarayan bir kabiliyet oldu. Her acil durum bir problemdir ve bu problemlerin birçok çözüm yolu vardır. Bu çözümlerden bazıları daha hızlı, etkili ve verimliyken, bazıları daha riskli, yavaş ve zahmetlidir.  Ben motosikletle, tırmanışta, arama kurtarmada, Camel Trophy’de, tekne yolculuğunda, doğanın farklı koşullarıyla sürekli ve düzenli olarak iç içe oldum.  Bu da en kısa sürede, en fazla insana fayda sağlamayı hesaplamak, kaynak yönetimi, triyajı doğru yapabilmek  gibi farklı yetkinlikler kazandırıyor beraberinde.

AKUT kapsamında çocuklar ve gençler için doğa ile iç içe kamplar organize ettiniz. Bu kampların onlara kazandırdığı beceri ve deneyimler neler oldu?

Bu kamplar sayesinde çocuklar, doğanın ritmini ve döngüselliğini erken yaşlardan itibaren kavrama fırsatı buldular. Örneğin, akşam güneş battıktan sonra havanın hızla soğuması ve bu sırada doğada çıkan yeni sesler… Çünkü o an gecenin yaratıkları ortaya çıkıyor ve onların dünyası başlıyor. Sabah gün doğduğunda ise bambaşka bir dünya başlıyor. Bu döngüyü deneyimlemek, çocukların ay, güneş, gezegenler, mevsimler ve dünyanın kendisiyle ile çok daha sağlıklı bir ilişki kurmasına yardımcı oluyor. Öte yandan doğada gerçekleştirilen aktiviteler, çocukların özgüvenini artırıyor. Örneğin, engebeli arazilerde hareket etmek, odun toplamak gibi görevler onların problem çözme yeteneklerini geliştiriyor. Aynı zamanda bu kamplarda çocuklar, yaşıtlarıyla tatlı bir rekabet içinde kendilerini ölçme, kıyaslama ve bu farkındalıkla kendilerini geliştirme imkânı buluyorlar. Doğa, kişisel gelişim açısından birçok fırsat sunuyor. Günün sonunda ise elde ettikleri sertifikalar, çekilen fotoğraflar ve yaşadıkları anılarla bu kamplar, unutulmaz deneyimler olarak hafızalarına kazınıyor.

Sizin kamplarınıza katılan özel gereksinimli bireyler oldu mu?

Kamplara işitme engelli çocuklar katılmıştı. Kaza geçiren bir çocuğumuz da vardı. Bu şekilde birkaç çocuğumuzun geldiğini anımsıyorum.

Pek çok yer gördünüz, doğasıyla ve insanıyla tanıştınız. Farklılıklara saygı kavramını etkiledi mi bu seyahatleriniz?

İnsan, bilmediği ve tanımadığı şeyleri ötekileştiriyor. Bu da genellikle olumsuz bir bakış açısıyla, ayrımcılıkla sonuçlanıyor. Halbuki seyahat ettiğinizde, ne kadar farklı kültür, inanış, mitoloji, giyim tarzı, müzik, sanat ve spor varsa bunların aslında coğrafya ve iklimle şekillendiğini fark ediyorsunuz. Kültürü belirleyen temel unsur coğrafyadır, insanlar, bulundukları coğrafyanın şartlarına uyum sağlayarak evrilmişlerdir. Bu nedenle, seyahat ettikçe farklılıkları anlamaya başlıyorsunuz ve kimseyi ötekileştirmemeyi, yargılamamayı öğreniyorsunuz. Biz genellikle kendi dar perspektifimizle yargılama meraklıyız, ancak seyahat insanı bu dar görüşten uzaklaştırıp daha evrensel bir bakış açısına kavuşturuyor. Herkesi olduğu gibi kabul etmeyi, farklılıklara saygı duymayı, ötekileştirmemeyi ve kişiselleştirmemeyi seyahat ettikçe daha çok içselleştiriyorsunuz. Bu da insanı bir dünya vatandaşı haline getiriyor.

Farklılıklar demişken… Yurt dışında özel gereksinimli ve “farklı” olmak ile ülkemizde özel gereksinimli ve “farklı” olmak üzerine neler dikkatinizi çekti?

Bizim birinci derdimiz aşırı şekilde kalabalık olmamız. Büyük şehirlerde bu kalabalık, dezavantajlı grupların erişim hakları ve fırsatlarının düzenlenmesini oldukça zorlaştırıyor. Normal bireyler bile kalabalığın neden olduğu güçlükleri yaşarken, erişim engeli olanlar için bu daha da zorlaşıyor.

İkinci olarak, bu konu maalesef suiistimale çok açık bir alan ve buradaki kültürümüz problemli. Bu alanda çalışma yapanların bir kısmı da ne yazık ki bu konuyu suiistimal ederek hareket ediyorlar. Meseleleri çözüm odaklı değil, yönetim odaklı ele alıyorlar. Yoksulluğu ortadan kaldırmak yerine, yoksulluğu yönetmek, erişim engellerini kaldırmak yerine, erişim engellerini yönetmek çözüme katkı sağlamıyor. Mesela biz bir kış dostlarımızla Kanada’ya gitmiştik ve dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Hava -30°C, çiviydi. Sabahın erken saatleriydi, sokaklarda hemen kimse yoktu ama görme engelli biri, hiç zorlanmadan kırmızı ışıkta durdu, karşıdan karşıya geçti ve yoluna devam etti. Hiçbir erişim sorunu yaşamadı. Bir keresinde de engelli bir grup ile sohbet ederken, içlerinden biri şöyle demişti: “Biz engelli değiliz ki. Bizimki bir durum. Siz erişim engellerini ortadan kaldırın, ben kimseye ihtiyaç duymadan sinemaya da gideyim, restorana da gideyim, AVM’ye gideyim, sorunum kalmayacak.”

Biliyorsunuz biz özel gereksinimli bireyler için çalışan bir derneğiz. Sizin yolunuz hiç özel gereksinimli bireyler ile kesişti mi?

Levent Beşkardeş var, büyükbabamla kardeş torunlarılar. Sağır, dilsiz tiyatro sanatçısı. Fransa’da yaşıyor. Çok da meşhur. Ayrıca ressam ve bir taraftan da oyunlar yazıyor oynuyor.

 STK çalışmaları ve gönüllülük faaliyetlerini yönetme konusunda çok kıymetli deneyimleriniz ve birikimiz var. Bizim gibi derneklere için otizmli gençlerimizle çalışacak gönüllüler bulabilme konusunda neler tavsiye edersiniz?

Bunlar aslında özel ilgi alanlarına hitap eden konular. Kişinin arama kurtarmaya ya da dağcılığa ilgisi olmalı ki, bir gün AKUT ile yolları kesişsin. Benzer şekilde, bireylerin özel eğitime ihtiyaç duyan çocuklara ilgisi olacak ki, sizinle yolları kesişsin ve verimli bir iş birliği doğsun. Bu yüzden, meraklılarını bulmak ya da bu merakı uyandırmak önemli. Gönüllülüğün insana nasıl manevi bir huzur, derin bir duygu yoğunluğu, kendine barışıklık ve saygı kazandırdığını doğru bir şekilde anlatmak gerekiyor. Bu çalışmaların en büyük faydası aslında gönüllünün kendisinedir. İyi bir şey yapmanın getirdiği manevi doygunluk, kişinin kendini daha bütün hissetmesini ve özgüven kazanmasını sağlar. Böylece, karşısına çıkabilecek zorluklarla başa çıkma enerjisini içinde bulur ve içsel bütünlüğünü korur. Aldığının bir kısmını topluma geri verme fikri, kişiye pozitif bir yönelim kazandırır ve bu duygu zenginliği her açıdan onu besler. İşte bu noktaları anlatmak çok önemli.

Otizmli, down sendromlu ya da CP’li çocuğu olan bazı ailelerimiz yadırgayan bakışlar ile mücadelede etmemek için bazen evden çıkmak bile istemiyor. O ailelerimize ne söylemek isterseniz?

Dışarıdan ben ne dersem diyeyim, bu konuda anlamlı bir şey söyleyebileceğime emin değilim. Bu derece kişisel bir deneyim  ama burada yine de önemli olan dışarıdan insanların size nasıl baktığından öte sizin kendinizi ve evladınızı nasıl algıladığınız ve nasıl gördüğünüz, nereye konumlandırdığınızdır. Kim ne derse desin o bir tane ve sizin çocuğunuz.