DÜNYANIN BÜTÜN GÜZELLİĞİNİ FARKLILIKLAR OLUŞTURUYOR”

Onu birçok kimliği ile tanıyoruz… Gazeteci, yazar, radyo ve televizyon programcısı, caz müzisyeni… Kürşat Başar ile kendisini yazar olmaya iten nedenleri, yazarlığa, müziğe ve farklılıklara saygı konusuna bakışını konuştuk.

Televizyon programları hazırladınız, caz albümü çıkardınız, gazetecilik geçmişiniz var…  Ama  hepsinden önce yazma tutkunuz nasıl başladı?

Çocukluktan başlayan bir şey. Çok okuyan bir çocuktum. Ailemizde de kitap sevilen bir unsurdu. Hem amcamın, hem de babamın çok büyük kitaplıkları vardı. Ben de önce Jules Verne ve Charles Dickens gibi macera romanları okuyordum. Onları okuya okuya sanırım bana da bir yazma tutkusu geldi, biraz da hayal gücü geniş bir çocuktum.

Bir takım hikâyeler anlatırdım, onları zaman içinde yazıya dökmeye başladım ama ilk gerçek hikayelerimi lise son sınıfta yazmaya başladım diyebilirim.

Hem yazarlık hem müzisyenlik… İki ayrı sanat disiplinine odaklanmak sizi zorluyor mu?

Aslında ikisi birbirinden çok farklı. Birisinde tamamen yalnızsınız ve yazdığınız bir kitabın, yıllarca uğraştığınız bir şeyin sonunda nasıl tepki alacağınızı hiç bilmiyorsunuz. Belki ancak çok yakınlarınız biliyorlar ne yazdığınızı. Hâlbuki müziği başka insanlarla birlikte yapıyorsunuz ve anında tepki alıyorsunuz. Dinleyici ile birebir bir ilişki var. Fakat ikisinin birbirini sanatsal olarak besleyen yanları da var. Mesela yıllar önce bir eleştirmenin benim kitabımla ilgili bir yazısı vardı. Yazı tarzımı cazdaki emprovize tekniğine benzetmişti. Aslında bunu planlayarak yapmamıştım ama sonradan ben de üzerine düşününce biraz benzerlik buldum.

Müzik ve yazı zaten benim bütün hayatımı kapsayan iki şey.  Aynı zamanda birbirini de şöyle destekliyor eğer sadece kitap yazıyor olsaydım sanırım bayağı sıkılırdım diye düşünüyorum.

 Sizi başlarda gazeteci ve yazar kimliğiniz ile tanıdığımızdan müzik çalışmalarınız bizi biraz şaşırtmıştı. Oysa çocukluğunuzdan beri müzik ile ilgileniyorsunuz değil mi?

Evet ama müzikle başlarda hobi olarak ilgileniyordum. Davul çalarken arkadaşlar ile kurduğumuz bir orkestra vardı. Profesyonel değildik, kendi aramızda çalıyorduk. Uzun yıllar bu böyle devam etti. Fakat evde tek başınıza çalınca disiplinli olmuyor malum. Bir müddet sonra bırakıyorsunuz veya araya bir şey giriyor, bir ay iki ay enstrümana hiç elinizi sürmüyorsunuz.  On-on iki yıl evvel bir tesadüf ile arkadaşlarla bir araya gelerek başladık.  Ben aslında yine amatör olarak devam edecektim ama ne yapsak iş oluyor (gülüyor). İş biraz ciddiye bindi ve öyle olunca ben de daha çok çalışmaya başladım.

Dediğiniz gibi uzun yıllar gazetecilik, yazarlık, radyo-televizyon programları, yöneticilik gibi çok fazla iş yaptığım için müzik hep ikinci planda kalmıştı. Halbuki çok istediğim bir şeydi. O hayalim de böylece gerçekleşmiş oldu.

Sizin için sahnede olmanın en keyifli yanı ne?

Çok değerli müzisyenler ile çalışıyorum ve benim için esas mesele müzik yapmak. Sahnede olmak o kadar önemli değil. Aynı ekiple evimizde çalsak da bana zevk verir. Ama tabii sahnede bulunmak çok heyecan verici. Ben hala sahneye çıkacağım her sefer geriliyorum. O kadar profesyonel olamadım daha ama aynı zamanda o da bir heyecan, bir motivasyon. Sabah kalktığım andan itibaren akşama çalacaksam bütün gün o heyecanı duyuyorum.

 Tempo Dergisi’nin tiraj rekoru kırdığı yıllarda derginin genel yayın yönetmeydiniz. Gazeteci bakışıyla sizce sosyal medyanın yazılı kültürü, okuma alışkanlıklarımızı nasıl değiştirdi?

Sadece yazılı basın değil, televizyon bile çok etkilendi. Gençler arasında televizyon izleme oranları son derce düşük. Onlar küçük ekranlar ile hayatlarını yaşıyorlar. Taşınabilir ekranlara alışıklar, kulaklarında da kulaklık var zaten. Dolayısıyla büyük ses sistemlerine de gerek kalmamış oldu.

Ben kimsenin büyük gazeteleri açarak gazete okuduğunu da görmüyorum artık. Gazeteler, dergiler artık doktorlarda ya da kuaförlerde bile yok. Eskiden en azından orada bulunurdu. Pandemiden sonra neredeyse tamamen kalktı o adet. Dergiler şu anda zaten çok az satıyor, tirajları çok düşük. Herhalde sadece bir reklam alışverişi sebebiyle çıkartılıyor diye düşünüyorum. Kitabı da etkiledi esasında. Kitap satışları belki yüksek denilebilir çünkü çok çeşitli kitap basılıyor. Fakat kitaplar alınıyor ama okunuyor mu? Ona çok emin değilim. Türkiye’de okumanın aynı oranda yüksek olduğunu sanmıyorum.

Her gün sosyal medyada engelli çocukların ve gençlerin haberleri paylaşılıyor ama biz bunu ana akım medyada çok az görüyoruz. Sizce özel gereksinimli çocuklar neden gündem olamıyor?

İlginç bir şey bu söylediğiniz. Benim de dikkatimi çekiyor. Şöyle bir şey söyleyeyim… Diyelim ki, alakasız bir yere iki ünlü geldi, bu bütün televizyon kanallarında haber oluyor. Fakat ben çok fazla sosyal sorumluluk projelerine gidiyorum hiçbirini haber yapamadık.  Hatta birinde Down Sendromu Çocuklar Derneği’nin çok da iyi düşünülüp tasarlanmış bir etkinliği vardı, herkes bir ressamın kılığına girmişti. Hatta ben de yanlış hatırlamıyorsam Leonarda Da Vinci olmuştum. Hepimiz giyinmiştik. bütün bunları sırf dikkati çekebilmek için yaptık, o bile çok az yerde çıktı. Çocuklar da oradaydı, onlar da öyle giyinmişlerdi, resimler çizildi. Değişik şeyler düşünsek bile işe yaramıyor. Siz daha iyi biliyorsunuz tabii durumu, bizde bu olayı görmezden gelme durumu var. Hatta ailelerde bile bu olabiliyor. Hatta bizim çocukluğumuzda neredeyse evde saklanır, dışarı çıkartılmazdı bu çocuklar.

Bir de toplum buna çok alışkın değil. Bizim toplumumuzda sadece engellilere değil yaşlılara da kötü davranıyorlar bence. Sokaklarımızda kaldırımlarımız bile yaşlılara uygun değil. Herhangi bir hastalığı olan birinin bile yürümesine engel kaldırımlarımız.  Her taraf o kadar kötü düzenleniyor ki… Bu konuda genel bir bilinç yok. Devlette de, bireylerde de yok bence.

Türkiye’de eğer sapasağlam biriyseniz normal bir hayat sürebilirsiniz, yoksa sürekli problem yaşıyorsunuz.

Ne kadar çabalarsak çabalayalım sağlayamıyoruz… Tempo’da çok deneyimli olduğunuz için size sormak istemiştik…

Biz Tempo’da 15’e yakın kampanya yapmıştık. TOÇEV, AÇEV, böbrek nakli ile ilgili pek çok kampanaya oldu. O çok etkili olmuştu. Pandemiden beri gelenekselleştirdiğimiz yeni bir şey var. İnsanlar yılbaşı gecesi benimle ZOOM üzerinden isim şehir oynuyorlar. Belirli bir para bağışlayarak yapıyorlar. Onun gelirini de bir seferinde SMA’lı çocuklara vermiştik bu sene de TOÇEV için yapacağız.

Bu çalışmayı yapmamın sebebi de, bir farkındalık oluşturmak. Yılbaşı geceleri müzisyenler açısından özellikle çok değerli bir gece biliyorsunuz, ona da bir şey demiyorum ama ara sıra böyle şeylere dikkat çekmek için yapabilirler diye düşünüyorum.

Sizinle CP’li kızımız Pınar’ın resim sergisinde tanıştık. Yoğun çalışmalarınıza rağmen Pınar’a destek vermek için bir ilkokul resim sergisine gelmiştiniz. Özel gereksinimli bireyleri destekleme kararınız nasıl oluştu? Ailenizde ya da çevrenizde özel biri var mıydı?

Bu tamamen farkındalık ile ilgili bir şey. Bizim ailede yoktu ama etrafımızda her zaman vardı tabii ki. Bu söylediğim şeye ben çocukluğumdan beri dikkat ederim. Bizim toplumun bundan kaçarmış gibi davranması… Belki sadece onunla da ilgili değil, biz hastalık konuşmaktan da kaçınırız. Sanki konuşunca bir şey olacakmış gibi birisinin hastalığını da söylemeyi istemeyiz veya o kişi kendisi de söylemek istemez.  Halbuki bütün dünyada insanlar hastalandığı zaman ona göre önlemlerini alıyorlar, öleceklerini biliyorlar, ona göre işlerini düzenliyorlar, çocuklarına bir şey bırakacaklar ise bırakıyorlar. Biz orada da yalan söylüyoruz “Ölmeyeceksin anne, ölmeyeceksin baba…” diye. Her şeyi çorbaya çeviriyoruz. Böyle tuhaf bir alışkanlığımız var. Ben özellikle gazetecilik yaptığım dönmelerde, bununla ilgili çalışmalara başladım. Zannediyorum Türkan Hanım’ın (Saylan) bunda çok büyük rolü oldu. Böyle bir çalışmaya ilk defa, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ile başlamıştım. Sonra AÇEV ile devam ettim. Benim kişisel olarak da yaptığım çalışmalar var. Tabii dergilerin başında yöneticilik yaparken bu daha kolaydı. Çünkü o zaman daha fazla bir etki alanınız var.

İmkanlarınız da çok daha fazla oluyor. Şimdi olabaklarım biraz daha küçülmüş olsa da yine de elimden geldiği kadar yapmaya çalışıyorum.

Pınar’ı ve ailesini tanımak sizin hayatınızda, hayata bakışınızda neler değiştirdi?

Benim bir çocuğum yok. Ama bunun ne kadar zor bir şey olduğunu empati kurarak anlayabiliyorum. Ailesinin ne büyük fedakarlıklarla mücadele verdiğini biliyorum. Burada aslında bütün mesele devletin bir sosyal devlet olarak ne kadar kışkırtılabileceği. Benim yapmak istediğim hep buydu ve köşe yazılarımda da bunu vurguladım. Tek tek ailelere destek vermemiz tabii ki önemli ama genel bir tavırla bu çocuklara çok iyi bakılması lazım.

Çünkü sizin de bildiğiniz gibi bunlar çok pahalı bakımlar. Sadece duygusal ya da psikolojik olarak bir yıkım değil aynı zamanda maddi olarak çok büyük bir yıkım. Çok az kişinin bu imkanları var. Tabii çok varlıklı ailelerin çocuklarında da rastladığım bir durum, siz de biliyorsunuzdur örnekleri. Onlar öyle olunca bir hastane kuruyorlar filan sonra o hastane de çok pahalı olmaya başlıyor. Bu da çok ilgimi çeken bir şeydir. En azından onların bunu bir bağış gibi düşünmeleri gerektiğine inanıyorum. Ya da böyle büyük bir hastane açılıyorsa devletin orada teşvikte bulunması gerektiğini düşünüyorum.

Siz çok zengin, çok varlıklı bir aile olarak başınıza geldiği için bir hastane açıyorsunuz. Kendi çocuğunuz nedeniyle açmışsınız. Aynı şeyler başına gelen, hiç imkanı olmayan ailelere yardım edecek yerde orada da para alıyorsunuz. Hem de çok yüksek rakamlarla. Bu da mesela çok dikkatimi çeken bir konu.

Pınar örneğinde ayrıca söyleyeyim… Onu çok seviyoruz bizim kızımız artık.

Orada şunu da gördüm… Bir çok insan her şeye sahip olduğu halde -her şey derken sağlığı yerinde, ortalama bile olsa maddi imkanları varsa- söylenip dururken veya hayattan bir türlü mutlu olamazken, ıvır zıvır bir sürü şeye canı sıkılırken, bu kadar lüzumsuz şeylere üzülmeyin bunları dert etmeyin diye çocuklara da ailelere de hep anlatıyorum. Bazı şeylerin detaylarını biraz görmezden gelin, diyorum. Çünkü yarın öbür gün hayatınızda başka bir şey olabilir. Onun için Pınar’ın hızla ilerlemesi, kendi başına, annesi ve babasıyla birçok şeyi halletmesi bizi çok sevindiriyor. Onun her gelen gelişim videosundan ayrıca mutlu oluyorum.

 

Ben Aslında Hayal kitabınıza da girmek istiyorum. Kitabın bir bölümünde: “Dünyanın pek çok yerinde bir araya gelen topluluklar, kendilerinden olmayanları, kendilerine benzemeyenleri istemediğini haykırıyor, sonra onlara saldırıyor, yok etmek istiyordu. Hepimiz karşımızdakinden aynı şeyi istiyorduk: ‘Benim gibi ol!”, yazmıştınız. Farklılıklara saygı sanırım sizin için çok önemli…

Dünyanın bütün güzelliğini farklılıklar oluşturuyor. Denizlerin içinde sadece balinalar veya hamsiler bulunsaydı bu son derece tatsız bir şey olurdu değil mi? Kimse denizin içini görmeyi ya da dalmayı istemezdi. Hâlbuki milyonlarca renk ve çeşit sunulmuş bize denizlerde.  Gezegenin ve hayatın doğası bu, çeşitlilik ve farklılık çok önemli.

Ben felsefe eğitimi de gördüğümden biliyorum ki, tek tip olmak ve herkesin birbirine benzemesi bazıları için hayatı kolaylaştırır. Siz bana benzeyeceksiniz, benim dediklerimi tekrarlayacaksınız, beni seveceksiniz, ben ne dersem o olacak… Bu belki herkesin tabii olarak istediği bir şeydir. Ama bu insanı hiçbir yere götürmediği gibi insanlığı da hiçbir yere götüremez. Çünkü insanlığı bir yere götüren farklı düşüncelerdir. Bu farklı düşünceler bazen çok aykırı gelebilir. Dile getirilmesi zaman zaman başkalarını rahatsız eder. Ama sonuçta farklı sesler, düşünceler, sanatçılar, olmasaydı bugün yaşadığımız dünyada sahip olduklarımızın hiçbiri olmayacaktı.

Onun dışında farklılıkların hepsine saygı duymak zorundasınız çünkü hiç kimse sizin gibi olmak zorunda değil. Herkesin kendi karakteri, şartları var. Başkalarına kötülük yapmadığı sürece, başkalarına zarar vermediği sürece insanların farklı düşünceleri dile getirmesinde beis yok. Çünkü düşünce ancak o şekilde ilerleyebilir. Yoksa bir tane kitap yazardık ve başka bir şey yazmaya gerek kalmazdı. Kağıt israfı da olmazdı. (Gülüyoruz)

 Bazen ailelerimiz yadırgayan bakışlarla karşılaşmamak için çocukları ile evden çıkmak bile istemiyor. O ailelerimize ne söylemek istersiniz?

Her taraftan binlerce yıldır bize dayatılan güzellik anlayışı, estetik anlayışı gibi bir sürü şey var.  Şu an görüyorum ki, küçük çocuklar bile gidip estetik ameliyatlar oluyorlar. Birilerine benzemeye çalışıyorlar. Aslında birilerine değil, birbirlerine benziyorlar. Sonuçta o farklılık ortadan kalkıyor. Halbuki şunu anlamak lazım “Ben böyle birisiyim. Bunda utanacak sıkılacak bir şey yok. Ben böyle doğdum”. Mesela benim de burnum biraz büyüktür ve büyük olmasında bana göre bir beis yok. Bir tiyatroya gittiğimde Cyrano de Bergerac seyrederken arkamdan birisi benimle dalga geçse, ben bunu umursamam bile. Evet, Cyrano de Bergerac çok büyük burunluydu hatta Pinokyo da büyük burunlu, ona da benzetilebilirim.

İnsanların şişman olması bile dert. Çok şişmansanız otobüse bindiğinizde, uçağa bindiğinizde bunlar da sıkıntı aslında.  Şöyle bakmak lazım belki de, esas sıkıntıyı ben çekmiyorum bu adamcağız ya da bu kadıncağız çekiyor zaten. Ona biraz saygı göstermeniz gerekir diye düşünüyorum.

Nasıl ki küçük bir çocuğa, hamile bir kadına ya da çok yaşlı birine yardım etmeniz gerekir, hatta gerekir de değil zaten içinizden gelir, aynı şeyi herkesin böyle algılaması lazım.

Hele ki, insanlar eğer bir İslam toplumunda yaşıyorlarsa, yaratılan her şeyin zaten yaratandan geldiğine inanmaları ve ona saygı göstermeleri gerekir.