Mahir Günşiray: “BANA HAYATI UNUTTURAN HER ŞEY BİR İHANETTİR”
Bugün dünyamızda pek çok şey hayatı unutturmak üzerine kuruluyor. Sıkı bir görüntü bombardımanı altındayız. Gerçeklik duygusunu ve hakiki olanı yitirme riski ile karşı karşıyayız.
İlk filminizi 6 yaşındayken, Türk sinemasının ünlü aktörlerinden olan babanız Orhan Günşiray’la çevirmişsiniz. Nasıl bir çocukluktu sizinkisi?
Çok hareketli bir çocuktum, çok hiperaktiftim, sportiftim. Okulda da tembel ve yaramazdım. Dersler ve okulla olan ilgim dışında denize ilgim çoktu. Deniz tutkum o zaman başlamıştı. Doğa ile iç içe işler yapmaktan zevk alırdım. Çok sosyal gözüken bir tarzım vardı ama evde hep yalnızlık hissiyatı içinde yaşadım. Odamda kendi kendime oyunlar kurdum, diyaloglar yaptım. Belki oyunculuğum biraz oradaki oyunlarla başladı. Okul hayatım zor geçti ama babam o ara epey bir film çeviriyordu. Uyurken beni sete götürürlerdi. O sıralar ben ne yaptığımın pek farkında değildim tabii ki.
Sosyal olmamın yanı sıra biraz da utangaçtım aslında. İnsanlar bunu pek fark etmezdi. Kendime çok güvenli ve rahat gözükmekle birlikte hep utangaç bir insandım. O yüzden büyüdükçe beni zaman zaman soğuk bulmaya başladılar. ‘Mesafeli’ ya da ‘kendini beğeniyor’ gibi düşünüldüğü oldu ama aslında tamamen utangaçlıktan kaynaklanan bir çekingenlikti.
Eğitim sisteminde sizi zorlayan, bugün dönüp baktığınızda bir çocuk için yanlış olduğunu düşündüğünüz şeyler var mı?
Okul aslında bizi toplumla yakınlaştıran, sosyalleştiren, eğitici ve öğretici bir kurum. Fakat benim okul sistemi ile hiçbir zaman sıcak bir ilişkim olamadı. Çünkü okul deyince sıraların arkasına konulan öğrencilerden bahsediyoruz. Antropologlara göre bir insan sıranın arkasına geçmeye başladığı anda, bedenini kaybetmeye başlıyor artık. Sıraya göre kendini konumlandırıyor. Korkular, kendini tutmalar, özgürlük ve oyun oynama duygusundan uzaklaşma her şey bu sıralar ile birlikte başlıyor.
Şimdi ile geçmişe baktığımızda Türkiye biraz daha farklı. Oyun dediğimiz şey, hatta ‘Eğitimde Tiyatro’ diyelim, birçok ülkede çok küçük yaşlarda başlıyor. Türkiye’de de artık biraz böyle oldu ama hiç yeterli değil. Çocuğu ne kadar çok oyunun içerisinde tutup, bundan uzaklaştırmazsanız gelişimini ve algısını daha iyi bir yere götürme şansınız var. İnsan, “homo ludens’dir, yani oyuncu insan.
Kuru eğitim sistemi ile birlikte çocuklar derslerden uzaklaşıyor. Tabii ki, benim zamanım ile bu zaman arasında çok büyük farklar var. Biz biraz daha rahattık belki o zaman. Şimdi öğrenciler inanılmaz bir yarışa sokuluyorlar. Hata sadece öğrenciler değil, veliler bile derslere girip öğrenciler adına not tutup çocuklarını çalıştırıyorlar. Bu anlamda yaşanan gelişmeler çok tatsız. Çocukları sıraların arkasına koyup onları belirli bir formasyona sokmaya çalışıyorsunuz. Tek tip eğitimler, tek tip kıyafetler, onu yapma, bunu yapma… Benim gibi belli bir sisteme, bir disipline girmek istemeyen bir insan için epeyce zordu tüm bunlar.
Daha sonra konservatuvar süreciniz başlamış… Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü, Leeds Üniversitesi, The Workshop Theatre’da yüksek lisans, Mimar Sinan Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sahne ve Görüntü Sanatları Bölümü’nde sanatta yeterlik… İlk başta sizi zorlayan öğrencilik süreciniz akademik başarılar ile dolu bir yöne nasıl ilerlerdi?
Aslında inanılmaz tesadüfler oldu. Ben lisede otelcilik okudum ve Sheraton otelinde bellboy olarak çalışmaya başladım. Fakat orada yapamadım. O disiplin benim için çok zorlayıcıydı. Sabah yedide gir karta bas, saat üçte çık… Bir de monoton bir hayat olduğunu düşündüm. Sonra bir sürü meslek değiştirdim. Ansiklopedi pazarlamacılığı, konfeksiyon firmasında getir götür işleri, DJ’lik yaptım. Sigorta acentesinde çalıştım. Bir gün, DJ olarak çalışırken bir sinema filmi teklifi geldi. Her şeyi bırakıp sinemaya başladım. 1979 yılında, ilk filmim “Bebek” böyle oldu. Bu filmle beraber ‘Ben oyuncu olabilirim’ diye düşündüm ama yalnızca sinemada oyuncu olabilirim zannediyordum. Sonra bir gün anneanneme uğradığımda, büyük bir tesadüfle Ankara’dan bir arkadaşı telefon etti o sabah. Anneanneme “Jale bu çocuğun hayatını kurtaralım,” demiş.
Ben o aralar evi terk etmişim, Tarlabaşı’nda bir madamın yanında, küçük bir odada yaşıyordum. Biraz zor bir hayattı… Anneannemi arayan arkadaşı sabah saat onda “Bugün konservatuvara giriş sınavlarının kaydı için son gün. Saat dörde kadar gitmesi lazım,” deyince on iki uçağı ayarlandı bana. Uçaktan indim, hemen gidip kaydımı yaptırdım ve kayıtlar kapandı.
Nasıl olacak, hiçbir şeyden haberim yoktu. Nurseli (İdiz) ile karşılaştım. Beni çalıştırdı. Çarşamba günü sınava soktu ve derken ben konservatuvara girdim. Konservatuvar benim için bambaşka bir sayfa oldu. Tiyatro bölümü dışında, kompozisyon bölümünden bazı arkadaşlarla beraber hem politik olarak hem de felsefi olarak yakınlaşmalar başlayınca ben tiyatroyu daha ciddiye aldım. Bununla birlikte birden bire çok okumaya ve araştırmaya da başladım. Yepyeni bir ufuk açıldı benim önümde. Belki oyunculuk eğitiminin konservatuvarda iyi olmamasından kaynaklanan bir avantajla “Daha iyi nasıl olabilir” diye araştırmaya başladım ve eğitmen olmak istedim. Yurt dışına bu amaçla gittim. Böylelikle dediğiniz gibi akademik kariyer ve daha sonra da yönetmenlik çok daha değerli oldu benim için. Tesadüfler aslında böyle gelişti.
Biz televizyon dünyasına uzaktan baktığımızda, diziler çekilirken arka planda çok eğlenceli bir hayat sürdürülüyormuş gibi düşünebiliyoruz. Hem insani olarak sizi zorlayan yanlarını, hem de iyilik ve dayanışma için daha geniş kitlelere ulaşma fırsatlarını sorsak… Neler söylemek isterdiniz?
“İyilik” ve dayanışma için geniş kitlelere ulaşma açısından, sinema ve tiyatro da değerli ve önemli. Ancak televizyon dizileri daha çok izlendiğinden ve sizi oradan tanıdıkları için son derece önemli bir alan. Sanatçılar bu sayede çok göz önünde oluyorlar ve çok etkili olabiliyorlar. Sanatçının, özellikle dizilerde oynayan oyuncuların bu anlamda topluma karşı sorumlulukları çok fazla. Bunu iyi kullanmaları bence bir ödev. Hem yaptıkları iyi işlerle hem de günlük hayattaki sanatçı kimlikleri ile yapabilecekleri ve duyurabilecekleri çok fazla şey var. Bu yüzden çok etkili bir alan. Setlere gelince… Ben bugüne kadar genellikle iyi ekipler ve iyi şirketlerle çalıştım. Çok güzel zamanlar geçirebiliyorsunuz ama herkesin söylediği ve bildiği gibi çalışma koşulları hiç kolay değil. Çalışma saatleri çok fazla. Belirsiz programlar, artan bölümler ve uzayan saatler ile birlikte zevkle iş yapmaktan çok insanın kendini bir markete mal yetiştirme telaşı içinde hissetmesine yol açabiliyor.
Ben altı yaşımdan beri setlerde oldum. Küçükken evimiz film setiydi. Her gün bir film çekilirdi. Hayatım setlerde geçti. Setlerdeki ekiplere her zaman hayran oldum. Hem oyuncu arkadaşlarımla, hem rejiyle, hem de teknik ekip ile son derece sevgi dolu ilişkilerim oldu. Bu yüzden setleri çok severim. Orada kendimi her zaman huzurlu hissediyorum. Düzensizlik ve çok fazla çalışma saatleri olmasa gerçekten de içinde olmayı isteyeceğiniz yerdir set.
Çoğumuz sizi televizyon dizileri ve sinema filmlerinden tanısak da Türk tiyatrosunun çok önemli isimlerinden birisiniz ve Tiyatro Oyunevi’nin kurucularındansınız. Tiyatro Oyunevi’ni ortaya çıkaran ihtiyaç neydi?
Çok genel ve büyük bir başlık yaparsak, ölü ve sıkıcı tiyatroyla burun buruna idik. Bunu tarif etmek bir yanıyla basit ama bir yanıyla da uzun bir konu… Ben seyirci olarak oturuyorum, birileri de bana bir şeyler oynuyorlar, gösteriyorlar. Ben de seyrediyorum. Bu bizi hiçbir zaman seyirci olarak da, sahnede oyuncu olarak da tatmin etmedi. O yüzden, seyirci-oyuncu ilişkisini yeniden ele almayı düşündük. Doğaçlama yöntemi ile çalışarak, oyuncunun daha yaratıcı ve hatta “yazar oyuncu” olmasını istedik. Bununla oyuncunun tuluat yapmasını kastetmiyoruz. Varolan metni dramaturgi doğrultusunda oyunla yeniden yaratmaktan söz ediyoruz. Özetle, oyuncunun işlevini araştırmak için çalışan bir tiyatroya ihtiyaç vardı. Klasiklere ve hatta modern eserlere bizim bakışımızı sergilemek istedik. Mesaj veren bir tiyatro olmadan politik bir tiyatronun izini sürmeye çalıştık. Uzun provalar yaptık. Bütün oyunları doğaçlamalarla çıkardık ve yarattık. Bazı oyunlarımızı dört ay, beş ay çalıştık. Bazen bir oyunu iki ay çalıştıktan sonra bu dekor yanlış, biz yanlış bir yoldayız diyerek sıfırdan tekrar başladık. Klasik sahne ve seyirciden daha çok mekan değişikliklerini araştırdık.
Hikaye anlatıcılığı oyuncunun temel gereksinimlerinden biridir düşüncesiyle hikaye ve roman uyarlamaları yaptık. Mesela Hikayeyi Don Kişot bir çadırda, orta oyunu özellikleri ile sergilendi. Mekanları ve seyircinin konumlarını değiştirdik. Bazen seyirci ortada idi, bazen bir masada çayını yudumluyordu. Farklı yerlerde oynamaya çalıştık. Bazen Dicle Nehir’i kenarında ya da Karadeniz’de bir balıkçı barınağının sahilinde, bazen bir meydanda ya da bir parkta. İstanbul’da sadece elit kesimin seyrettiği bir tiyatro olmayı değil, bütün Türkiye’ye ulaşabilen bir tiyatro olmayı hedefledik. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden Karadeniz’e kadar her yere gittik tiyatro ile.
Yıllar içerisinde tiyatro seyircisinin de profili değişti değil mi? Tiyatroda olduğu anı yaşamaktansa, orada olduğunu sosyal medyada belgelemek önem kazanmaya başladı. Bu bir oyuncu olarak sizi nasıl etkiliyor?
Önce oyun sırasında cep telefonlarının çalması ile başladı her şey. Sonra hafif hafif fotoğraf çekmeler… Bunlar olmayacak şeyler. Çok çok rahatsız edici. Aynı zamanda insan üzülüyor çünkü hayatın o anını yaşamıyorsun.
Hayatı görüntülemeye çalışıyorsun. Bırak görüntülemeyi, yaşa bunu. Neden görüntülüyorsun? Sosyal medyada paylaştığında yine başkası için yaşamış olacaksın. İnsanlar kendi hayatlarını yaşayamıyorlar. Acı bir durum, bir trajedi bu.
Son oyununuzun ismi “Tiyatro Öldü” idi. Gerçekten tiyatronun öldüğünü düşünüyor musunuz? Ekibinizle doğaçlama yarattığınız bir oyundu. Neden bu ismi seçtiniz?
Açıkçası “Tiyatro Öldü” bizim oyunumuzda bir ironiydi. Yazarlarla çalıştık ama oyunu aynı zamanda oyuncuların doğaçlamaları ile çıkardık. Yazarlar oyunculara zaman zaman metin desteği verdiler. Fikir şuydu; tiyatro ölmüş ve oyuncular tıpkı ölen oyuncu arkadaşlarının ölüm törenine gelmiş gibi çok üzgünler. Bu ölüm töreninde onlarda küçük küçük kıpırtılar başlıyor. Geçmişte yaşadıkları tiyatro anlarından bir replik ile bir ezgi ile başlıyor bu. Derken oyuna dönüşüyor. Kısacası, tiyatro öldü diye törene gelen oyuncular daha sonra kendilerini tam da tiyatronun içerisinde buluyorlar. Aslında tiyatronun yaşadığına şahit oluyoruz.
İşte bu anlamda bir ironiydi. Tabii ki, ölü tiyatro her zaman var ama hakiki, ve samimi bir tiyatronun ölmesi ancak onun kadar hakiki olan hayatın ölmesi ile olabilir. Belki diyebiliriz ki: şu an hayat acı çekiyor, böylece hayatın en sadık dostu olan tiyatro da acı çekiyor.
Oyunlarınızda “Unutmamak” bireysel ve toplumsal hafızayı güçlü tutmak adına çok önemli evrensel mesajlar içeriyordu. Unutmamak sizin için neden önemli?
Bana hayatı unutturan her şey bir ihanettir. Bugün dünyamızda pek çok şey hayatı unutturmak üzerine kuruluyor. Sıkı bir görüntü bombardımanı altındayız. Gerçeklik duygusunu ve hakiki olanı yitirme riski ile karşı karşıyayız. Eğlence kültürü dediğimiz aslında kültürsüzlük. Bu kültürsüzlüğün her çeşidi ile günü gün etmenin, her dertten uzaklaşmanın yolunu arıyoruz. Teknoloji bize göz kamaştırıcı bir dünya sunuyor. Her şeye inanabiliyoruz. Her kılığa girebiliyoruz. Ekonomik nedenleri birçok şeyin üzerinde tutabiliyoruz. İletişim ile aslında uzaklık yaşıyoruz. Özgürlük alanları açtığını düşündüğümüz teknoloji harikaları ile parmaklıksız, kelepçesiz tutsaklıklar yaşıyoruz.
Bize hayatı unutturmaya çalışan, her şeyin içini boşaltmaya çalışan bir yaşam ile karşı karşıyayız. Kötülüğü unutmamamız gerekiyor. Onunla mücadele etmenin tek yolu unutmamaktan geçiyor. Bu anlamda tiyatro çok önemli. İnsanın kendisini ifade edebileceği, en iyi alanlardan biri. Bu yüzden unutmamak ve tiyatro çok iç içe iki sözcük.
Her şeyi hızla normalleştirme illetine tutulduk adeta… Yaşanan her felaketten, her acı olaydan sonra normalleşme için beklemeyi nasıl yorumluyorsunuz?
Çok yakın zamanda elli bin kişiden fazla insan öldü. Farkındasınız değil mi, ne kadar çabuk normalleştik? Bitti, sanki sorun yok. Çünkü her dakika gündem değişiyor. Biraz evvel unutmak ile ilgili söylediklerim ile benzer bir durum ile karşı karşıyayız. Sürekli imaj bombardımanları var. Bakıyorsunuz, deprem. Hurra ‘Deprem! Deprem! Deprem!’. Ondan sonra bir bakıyorsunuz başka bir şey. O artık bizim için normal oluyor. Elli bin kişi ölmesine rağmen deprem o kadar normalleşti ki… Başta insanlar korkup İstanbul’dan kaçmaya başlamıştı ama şimdi İstanbul depreminden konuşan kimse yok. Her şeye o kadar hızlı uyum sağlıyor ve normalleşiyoruz ki… Uyum sağlamayan bazı kişilere de “anormal” diyoruz. Normal olmayan diye damgalıyoruz. Oysa tutarlı bir canlı için bu kadar hızlı normalleşmek mümkün olmamalı. Bazı insanları biz hasta diye damgalıyoruz ama belki de gerçekte normal olan onlar, biz anormaliz.
Toplumun normal olmadığı için damgaladığı insanlardan bahsettiniz. Özel gereksinimli bireyler de bazen onlardan oluyor. Sizin yolunuz hiç özel gereksinimli kişiler ile kesişti mi?
Bir çok kişiyle karşılaştım ama birinin hikayesine şahit oldum diyebilirim. Yakın bir arkadaşımın oğlu otizmli ve İstanbul’da yaşıyorlardı. Okuduğu özel okul ona çok özel davranıyordu ama yaşadığı sorunlar hiçbir şekilde aşılamıyordu. Çok mutsuzdu. Sonra Bodrum’a taşındılar. Çocuk Bodrum’da normal bir devlet okuluna gitti. Ona o kadar iyi geldi ki… Kendisine özel birisi gibi değil, diğerleri gibi davranılan bir okulda müthiş rahatladı. Daha pozitif, sosyal, konuşkan, cana yakın bir çocuk haline geldi. Bilmiyorum, ben bu konuya çok uzağım. Belki siz söyleyebilirsiniz. Bazı insanlara özel muameleler yapıyoruz ya, onları nasıl hissettiriyor?
Konudan uzağım dediniz ama müthiş bir gözlem yapmışsınız. Kabul olunca çocuğun gelişiminin nasıl arttığına dair. Aslında bizim istediğimiz de bu… Bu arada dergimiz için sizden röportaj istediğimizde müthiş bir tevazuu ile tereddütsüz kabul ettiniz. Bu yaklaşım, dezavantajlı bireylerin yanında olmaya yönelik hayat felsefenizin bir parçası mı?
Ne demek! Hayat felsefesi gibi büyük bir laf edecek bir durum yok ortada, çok normal. Mutlaka hayata bakışımın payı vardır. Sizin yaklaşımınız ve çalışmalarınız bence çok önemliydi. Ne güzel işler yaptığınızı ve ne güzel bir dergi çıkardığınızı gördüm.
Biz ağırlıklı olarak otizmli çocuklar ve gençler ile çalışan bir derneğiz. Bazen ailelerimizin çocukları yadırgandığı için evden çıkmak bile istemiyor o bakışlar ile karşılaşmamak için. Son olarak o ailelerimize ne söylemek isterseniz?
Biraz evvel yine konusu geçti. Başkalarına göre, onlar ne der diye yaşamak çok zor bir hayat. Nazım’ın bir şiirinde geçen bir ifade var “zincirleri içinde taşımak”. Ailelerin hiçbir şey düşünmeden göğüslerini gere gere yaşamaları ve çocuklarına da bunu yaşatmaları sosyal ortamı da buna alıştıracaktır. Kuşkusuz devletin de bunu desteleyecek, yaşama katılma olanaklarını arttıracak bazı çalışmalar yapması lazım. Bir rahatsızlık olmadığı duygusu bütün insanlar için geliştirici olacaktır. Rahatsızlık duygusu ile yaşamak çok acı verici. Fakat maalesef bazı toplumlar çok tutucu. Biz farklı şeylere alışamıyoruz, kabul edemiyoruz. Toplumumuzda hemen damga vurma eğilimi var. Aileler de, farklı bireyler de ötekileştirme ile karşı karşıya oldukları için çekingen oluyorlar. Ama hem toplum için hem de kendileri için bunun tam tersini yapmak, bu cesareti göstermek çok değerli. Buradan “yapın demek” ve konuşmak tabii çok kolay. Ama küçük küçük cesaretlerle büyük yollar alınabileceğine inanıyorum.