Non Verbal Otizm ve Bir Rüya
Otizmli çocuk annesi Yasemin Uzundağ endişelerini, umutlarını ve bilinç altında attıklarından rüyalarına yansıyanları ÖÇED için kaleme aldığı yazıda bizimde paylaştı.
Rüya bu ya… Karı-koca çalışıyoruz. Okuldan her gün oğlumuzu eşim alır. Oğlumuzu okula, eşimi de işe uğurluyorum. Eşimin günü yoğun. Oğlumuzu okuldan o gün benim almam gerekecek. Okul bitmeden çok bilmediğim bir semtte halletmem gereken işler var. Hepsini hallediyorum. Dönüş yolunu bulmaya çalışıyorum.
Rüya bu ya, üstümde beyaz bir gecelik var. Biraz fazla sessiz bir sokaktan geçiyorum. Tek ses, köhne bir kahvehanede sohbet eden birkaç adam. Yürürken zift gibi bir şeye basıyorum. Ayakkabım tamamen yere yapışıyor. Durduğum yerde temizleyip yola devam etmem mümkün değil. Ayakkabımı elime alıp kahvehanenin bir taburesine oturuyorum. Çantamı yere indirip, elimdeki ayakkabının altını temizlemeye çalışıyorum. O yapışan şeyin ne olduğu belli değil. Çok zorlanıyorum ama yürüyebilecek kadar temizleyebiliyorum.
Tekrar ayağa kalktığımda bir bakıyorum ki, kahvedeki adamlar gitmiş. Sokak hala bomboş ve sessiz. “Her neyse” deyip yere bırakmış olduğum çantamı alıyorum. O da ne? Çanta bomboş! Meğer o yapışan şeyi yere döken, çantamı bırakmamı bekleyen o adamlar… Hepsi bir hırsızlık komplosuymuş! Eyvah… Nerede olduğumu bilmiyorum. Bu durumda okul çıkışına yetişemeyeceğim. Oğlumuzu eşimin alması gerekecek ama telefonum da gitmiş, arayamıyorum. Çocuk sokakta kalacak! Taksiye atlayabilmek için param da yok, akbilim de yok. Hiçbir şeyim yok… Çantam bomboş. Hızla yürümeye koyuluyorum, ne yapacağımı bilmeden. Bir apartman girişinde, omuzunda taşıdığı küçük oğluyla bir babaya denk geliyorum. “Şükür” diyorum içimden. – Yardım edin ne olur. Soyuldum. Eşimi aramam gerek hemen. Telefonunuzu kullanabilir miyim? – Niye bu sokağa girdiniz ki? Hiç tekin değildir bizim sokak. Herkes bilir, diyor.
– Bilgi için teşekkür ederim. Ama ne olur, telefon…
– Bir saniye vereyim, diyor. Oğlumu omuzlarından indirmeye çalışırken, kalabalık bir aile daha geliyor kapıya. Belli ki akrabaları.
“Ooo nihayet gelebildiniz” muhabbetleri. Sohbetler, kahkahalar… Arada kaynıyorum. “Ne olur, telefon…”. O neşeli kalabalıkta kayboluyor sesim. Aralarında genç bir delikanlı, “Siz burada yalnız kaldınız. Gelin sizinle ticarete atılalım” diyor. “Ne ticareti? Telefon…”. Bakıyorum ki olacak gibi değil. Yola devam ediyorum. Yolun üzerinde duvara dayanmış, elinde telefonuyla oyalanmakta olan çok eski bir komşumuzu görüyorum. Ne büyük bir şans!
– Gülden Abla!
– Aaa Yaseminciğim? Ne güzel tesadüf!
– Her şeyim çalındı. Ne olur, telefonunu kullanabilir miyim?
– Biraz bekleyeceksin. Bir şeyler paylaştım sosyal medyada. Çok yorum gelmiş, hepsini acil yanıtlamam lazım.
– Tamam bekliyorum. Bekliyorum… Bekliyorum…
Gülden Abla kah kahkahalar, kah kendi kendine konuşmalar, çıkamıyor sosyal medya sayfasından. Kendimi hatırlatmak için birkaç hamle yapıyorum ama orada olduğumun farkında bile değil. Çaresiz, uzaklaşıyorum. Gittiğimin de farkında değil. Ve çıt çıkmayan o sokağın devamında nihayet açık bir lokanta. Masalar bomboş. Zaten müşteri yok diye bir dedeyi dikivermişler başına.
– Amcacığım merhaba. Durum böyle böyle. Acil eşimi aramalıyım. Çocuk sokakta kalacak. Ne olur yardım…
– Tabii ki evladım, otur soluklan. Yardım ederim ben sana, diyor. Ama benim telefonum yok. Dur bulayım sana bir tane. POS makinesini getiriyor.
– Bak bunun üstünde rakamlar var, çevir buradan numarayı.
– Ama bu telefon değil amca, bununla arama yapılmaz.
Hesap makinesini getiriyor.
– Bak bunun üstünde rakamlar var, çevir buradan numarayı.
– Ama bu telefon değil amca, bununla arama yapılmaz. Lokantanın arka bahçesinde oturan birkaç yaşlı teyzeyi fark ediyorum.
– Amca, diyorum, şu teyzelere de bir sorsak.
– Tabii, soralım hemen.
Yanlarına gidiyor. Oturduğum yerden teyzelerin bana ters ters baktığını görüyor, aralarındaki fısıldaşmaları duyuyorum.
– Ne işi varmış ki bu sokakta?
– Niye çocuğunu bırakıp taa buralara gelmiş ki o zaman?
– Yok muymuş kendi telefonu?
– Niye çantasına sahip çıkmamış ki?
Yine de amca iyi haberle geliyor. Teyzelerden biri telefonunu verecek! Koşuyorum teyzenin yanına, yüzümde bir minnet gülümsemesiyle.
– Telefonumu vereceği ama bir şartım var, senden bir iyilik istiyorum, diyor teyze.
– Tabii ki teyzeciğim, ne istersen.
– Hastayım ben. İlacımı damardan almam lazım. Bana damar yolu açarsan telefonumu veririm.
– Teyze ben hemşire değilim, damar yolu açmayı bilmiyorum.
– O zaman telefonumu vermem.
Bir ağlama krizi ve öfke nöbeti sarıyor beni. Gerçek hayatta bildiğimi bile bilmediğim küfürler savurarak uzaklaşıyorum lokantadan. Öfke, hıçkırıklar içinde, nereye doğru gideceğimi bile bilmeden bir hışım yürürken yolda, arkamdan neşeli bir ses:
– Aaa Yasemin! Ne o, alışverişe mi çıktın? Arkamı döndüğümde, çok sevdiğim ve güvendiğim arkadaşımı görüyorum.
– Funda? Funda, gerçekten sen misin? Öyle sıkı sarılıp ağlamaya başlıyorum ki, “kızın kot ceketini mahvettim sümüğümle” diye geçiriyorum içimden.
– Funda durum böyleyken böyle.
– Dur bir sakinleş, diyor. Ben hemen arıyorum eşini. Çantasından telefonunu çıkarıp dediğini yapıyor. Ben bir taraftan hıçkırıklarımı kontrol altına almaya çalışırken, bir taraftan karşı taraftan gelecek sesi bekliyorum. Eşim açmıyor.
– Yoğundu bugün işleri, tekrar ara lütfen!
Arıyor, tekrar arıyor, tekrar arıyor…
– Açmayacak belli ki, diyorum.
Okul saati bitti. Oğlum sokakta kaldı. Ben yola devam etmeliyim, ona ulaşıncaya kadar. Nereye ve nasıl gideceğimi bilmeden, kimseden medet umamayacağımı kabullenmiş şekilde, yeniden yürümeye koyuluyorum. Ve gözlerimi açtım. Oğlum yanımda güvenle mışıl mışıl uyuyordu. Çantam, telefonum, cüzdanım, hepsi yerindeydi. Ne büyük bir sevinç! Çok şükür! Ama rüya o kadar gerçek gibi ve iç daraltıcıydı ki, uyumaya devam etmem mümkün değildi. Kalkıp kendime bir kahve hazırladım. Ve düşünmeye, rüyamı yorumlamaya çalışmaya başladım. Neden böyle bir rüya gördüm, bilinçaltım bana ne demeye çalıştı, beynim derin uykumda neden beni üzdü? Belli ki istediğim küçücük bir şey var ve bir türlü o şey olmuyor. O küçük şey ne ve o küçük şey için neden bu kadar zorlandığımı hissediyorum? Çok uzun sürmedi rüyamı anlamlandırabilmem. Üstümdeki gecelik, oğluma hamile kaldığım dönemde giyiyordum. Bastığım zift benzeri şey, otizmle karşılaşmam ve ne olduğunu anlayamamam. Boşalan çanta, iki yaşına kadar normal gelişimini sürdürüp birden içine kapanan ve öğrendiği her şeyin zihninden silinmesiyle kalmayıp, konuşma çabasından uzaklaşan oğlum. Sonrasında o bilinmez, tekin olmayan yol… Yardım çığlıklarım… Yardımcı olmayan, olmak isteyip de olamayan, ilgilenmeyen, ilgilenmek isteyip de kendi işlerine dönmek zorunda kalan onca insan, onca kapı… Oğlumun tek başına ve çaresiz kalacağına endişelenmem… Ve nasıl ilerleyeceğimi bilmeden, tek başıma yürümek zorunda hissettiğim bir garip yol…
Bir telefon açabilseydim ne olurdu sanki? İhtiyacım olan şey, mini minnacık, bir “alo”. Oğlumdan duyacağım, minicik bir “anne”… O zaman kaybolacak bu rüya. Elbette terapiler, dersler, oyunlar, ödevler, her kapıya koşuyoruz. Elbette bilinçlendik, oğlumuzun konuşması için temel iletişim becerilerini özel eğitim teknikleri ve oyunlarla geliştirmek için çabalıyoruz. Ve oğlumuz toplumda kendi yerini bulsun diye, elbette asla uğraşmaktan vazgeçmeyeceğiz. Ama hiç farkında değildim. Bu rüya bilincimi sarsana kadar, bir anne olarak ne kadar yalnız ve çaresiz hissettiğimin, insanlara, kurumlara ne kadar içerlediğimin hiç farkında değildim. Diğer taraftan, bir şeyin gayet farkındayım: Bu şekilde hisseden tek anne değilim. Bu şekilde hisseden tek anne değilsiniz. Ürkütücü rüyaları değil, can-ı gönülden, gerçekleşen minik dileklerimizi sürekli hep birlikte paylaşabilmemizi diliyorum. Sevgi ve saygılarımla.