“DAHA SONRA”NIN NE GETİRECEĞİNİ BİLMİYORUZ

Çoğumuz çevremizden “kilo verdiğimde”, “terfi ettiğimde”, “evlendiğimde”, “çok param olduğunda” mutlu olacağım gibi cümleler duyuyoruz. Oysa ki, gelecekte bir şeyin veya belirli bir duruma sahip olmanın bizi mutlu edeceğini düşünerek mutluluğumuzu geciktirirken gözden kaçırdığımız gerçek ise “daha sonra”nın ne getireceğini bilmiyor olmamız.

Merhaba Samuray Hanım, öncelikle bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba, 1977 Konya doğumluyum. Çocukluğumdan beri tek hayalim tıp hekimi olmaktı. İstanbul Tıp Fakültesi’nden 2001 yılında mezun oldum. Öğrenciliğimin son yıllarında beyin ile ilgili hastalıklara olan ilgimin artması ve iyi bir dinleyici olmama, sabırlı yapıma ve iletişim becerilerime güvenmemin etkisiyle uzmanlık alanı olarak psikiyatriyi seçtim ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı’ndaki eğitimimi 2007 yılı sonunda erişkin psikiyatrisi uzmanı unvanını alarak tamamladım. Zorunlu hizmetimi Mardin’in Kızıltepe ilçesinde yaptım. İlaç tedavileri konusunda bilgi ve deneyimimi arttırmak amacıyla bir süre uluslararası ilaç sektöründe psikiyatri ilaçlarından sorumlu medikal müdür ve danışmanlık görevlerinde bulundum. 2014 yılından bu yana Beykent Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapıyorum. İstanbul Balıklı Rum Vakfı Hastanesi’nde 5 sene tam zamanlı psikiyatri uzmanı olarak çalıştım ve geçtiğimiz ay kendi muayenehanemi açtım.

“Bir ailenin huzur ve refahını sağlamak ve sürdürmek sorumluluğu sadece anneye yüklenmemelidir.”

Tüm dünya pandemi koşullarında zorlu bir sınav veriyor. Mutsuzluğu ve umutsuzluğu normal olarak kabul etmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Günümüzde zaman zaman mutsuz, üzgün veya umutsuz hissetmek maalesef depresyonla karıştırılabilen bir durum. Oysaki günlük hayatın zorlukları ve iniş çıkışları içerisinde hemen her insan zaman zaman bu tür olumsuz duygular hissedebilir ve bu tür geçici duygulanımlar esasında normal kabul edilirler. Bu noktada olumsuz bir olayın tetiklediği moral bozukluğunu depresyon dediğimiz hastalıktan ayırmamız gerekir. Zira hissedilen mutsuzluk ve umutsuzluğun depresyon kabul edilebilmesi için en az iki hafta süreyle hemen her gün ve günün büyük bir kısmında devam ediyor olması, bu olumsuz duygulanımlara ek olarak başka diğer depresyon belirtilerinin de bulunması ve bu sürecin kişinin günlük hayatını aksatarak işlerini yapmasını engellemesi gereklidir. Bu şartların karşılandığı bir olguda ise mutsuzluk ve umutsuzluk duyguları normal kabul edilmemeli ve bir ruh sağlığı profesyoneline başvurulmalıdır.

 

Depresyonun en önemli belirtilerinden birini zevkin ve hazzın yokluğu olarak belirtmiştiniz bir paylaşımınızda.  Bunu biraz açabilir misiniz?

Depresyonu ara sıra hepimizin yaşayabildiği moral bozukluğundan ayırt eden en önemli belirtinin anhedoni olduğunu söyleyebiliriz. Anhedoni, kişinin daha önceleri zevk alarak yaptığı işlere ve uğraşlara olan ilgisini kaybettiği, genel bir isteksizlik ve hayattan zevk alamama durumudur. Depresyondaki kişiler bu durumu genellikle “canım hiçbir şey yapmak istemiyor”, “hiçbir işimi yapamaz hale geldim”, “hayattan tat alamıyorum” gibi sözlerle ifade ederler.

Pandemi sürecinde insanların mutsuzluk, üzüntülü hissetme, kaygı ve umutsuzluk gibi duygulara olan toleranslarının azaldığını gözlemliyoruz. Tüm dünya insanlarını kapsayacak şekilde, belirsizlikler ve kayıplarla dolu olağanüstü bir süreçten geçtiğimizi göz önüne aldığımızda; zaman zaman yorulmuş, mutsuz, moralsiz ve kaygılı hissetmemiz aslında gayet olağan, süreçle uyumlu ve insani bir tepki. Ancak süreğen bir mutsuzluk ve anhedoni durumu söz konusuysa bu bir duygudurum bozukluğunun, özellikle de depresyonun bir göstergesi olabileceğinden bir uzmana başvurulmasını öneriyoruz.

Tıkandığımızı ya da tükendiğimizi düşündüğümüzde ne yapmalıyız?

Psikiyatride bir durumun bir hastalıkla ilişkilendirilmesi için gerekli olan kriterlerden biri de zaman ve tekrarlama kriteridir. Genellikle kısa süren ve tekrarlama eğilimi göstermeyen ruhsal açıdan sıkıntı veren durumları günlük hayatın getirdiği olumsuzluklara verilen doğal ve uyum sağlamaya yönelik reaksiyonlar gibi ele alabiliriz. Bu bilgiden hareketle, tıkanma ve tükenme duygusu bir olayın üzerine yaşantılanan geçici bir reaksiyon olabileceği gibi, süregiden bir strese karşı verdiğimiz tekrarlayıcı ve gündelik hayatı aksatıcı bir reaksiyon da olabilir. Kısa süreli ve geçici olarak yaşandığında bize sıkıntı veren durum ya da olaydan bir süreliğine uzaklaşıp dikkatimizi bizi rahatlattığını önceden deneyimlediğimiz bir konuya vermek işe yarayabilir. Bunun yeterli olmadığı ya da yapılamadığı bir ortamda nefes egzersizleri ve gevşemeye yönelik egzersizler, meditasyon ve mindfullness (bilinçli farkındalık) egzersizleri yapılmasını öneriyoruz. İnternette bunların nasıl uygulandığına yönelik kaynaklara ulaşılabilir. Özellikle Türkiye Psikiyatri Derneği’nin web sayfasında bulunan bu konularda hazırlanmış dokümanları öneririm. Ancak tıkanma ve tükenme duyguları süreklilik gösteriyor ve bizleri işlevsiz hale getiriyorsa bir uzman yardımına başvurulması uygun olacaktır.

 

Kontrolümüzde olmayan durumları kontrol etmeye çabalamak hayatımızı nasıl etkiler?

Bu soruya Stoacı felsefenin en önemli düşünürlerinden Epiktetos’un söylemlerinden yola çıkarak yanıt vermek isterim. Epiktetos’a göre: “Mutluluğumuz ve özgürlüğümüz ‘neyi kontrol edip neyi edemeyeceğimizi anlamamıza’ bağlıdır. Hayatın bizim elimizde olan ve olmayan ögelerden oluştuğu gerçeğini kabul ettiğimizde ve bu ikisini birbirinden ayırt etmeyi becerebildiğimizde iç huzuru yakalar ve iyi bir yaşama sahip oluruz. Koşullar bizim arzu ve beklentilerimizden bağımsızdır ve olaylar olması gerektiği gibi olur. Kendi kurallarımızı dünyaya dayatmak ya da dünyanın bizim kurallarımıza uymasını beklemek, sonu hüsran ve hayal kırıklığına giden bir yoldur.”

Özellikle anneler ailede denge unsuru gibi. Ailenin huzuru için ellerinden geldiğince uyumlu ve yumuşak huylu olmaya çalışabiliyorlar. Bu davranış uzun vadede hayatlarımızı nasıl etkiler?

Bizim kültürümüzde toplum tarafından kabul görmenin en önemli unsurlarının başında alçak gönüllü olmak, uyumlu davranmak ve bizden yapmak istemediğimiz veya kaldıramayacağımız işler istendiğinde dahi karşımızdaki insanları kırmamak, üzmemek ve onların sevgi ve onayını kaybetmemek adına hayır dememek geliyor. Elbette hepimiz çevremiz tarafından kabul görmeye ve takdir edilmeye ihtiyaç duyan varlıklarız. Ancak kişisel sınırlarımız toplumun bu beklentilerine yetişebilmek gayretiyle gereğinden fazla çabalamak ve kendimizi feda etmek noktasına varacak düzeyde geçirgen olduğunda, bir noktada yorulmak ve hatta tükenmek kaçınılmaz son oluyor. Bir ailenin huzur ve refahını sağlamak ve sürdürmek sorumluluğu sadece anneye yüklenmemelidir zira bu sorumluluk o aileyi oluşturan tüm fertlere aittir. Bunun bilinciyle uyum sağlamayı her konuda herkese uyumlu davranmak gibi değil, aileyi oluşturan bireyler arasında anlaşma ve uzlaşmayı sağlamak olarak anlamak ve ele almak, tükenmeyi ve olası ruhsal sorunları engellemek bakımından son derece önemlidir.

Neden çatışmalara girmekten kaçınıyoruz?

Bir önceki soruya verdiğim cevaptan hareketle; insanlar genellikle ait oldukları kültürün beklentilerini karşılamak ve bunun sonucunda sevilen, onaylanan ve takdir edilen bireyler olmak gayesiyle çatışmaya girmekten kaçınıyorlar. “Kendi gibi olmak”, isteklerini ve ihtiyaçlarını dile getirmek ve yeri geldiğinde “hayır” demek, toplum tarafından kabul edilmeme ve sevilmeme korkusu ve tehdidini doğuruyor ve dolayısıyla da çatışmaya girmeme davranışını ortaya çıkartıyor.

Otizmde özel eğitimin sonuçları uzun vadede görülebiliyor. Bu sırada anneler çevrelerinden morallerini bozan, kendilerini yetersiz hissettiren sözler duyabiliyor. Bunlardan korunmaları önemli mi?

Psikiyatride ve aslında genel olarak tıpta biz hekimler her hastayı “kendine özgü” olarak kabul ederiz; yani her hasta biriciktir, eşsizdir. Bu, şu anlama gelir: pek tabi tıptaki tüm hastalıkların ve tabi otizmin de tanı kılavuzlarıyla çizilmiş bir takım tanı kriterleri vardır. Ancak bundan, tanı kriterlerini karşıladığı ve otizm tanısı aldığı için her otizmli bireyin birbirinin aynı olduğu, hastalığın herkeste benzer bir seyir izleyeceği, tedavi ve rehabilitasyon yaklaşımlarına verilen yanıtın benzer olacağı gibi anlamlar çıkarılmamalıdır. Bir kişiye iyi gelen bir tedavi bir başkasına iyi gelmeyebilir, benzer bir tedaviyle biri diğerinden daha erken ya da geç düzelme gösterebilir. Otizmli bireylerin annelerine bu noktada verebileceğim yegane tavsiye, çocuklarını diğer çocuklarla kıyaslamamaları ve çevreden gelen kıyaslayıcı ve moral bozucu yorumlara kulak asmayarak kendi süreçlerinin özgünlüğünü göz önünde bulundurmalarıdır.

Bazen çocuğumuza kıyamadığından, onu üzmemek için “hayır” dememiz gereken şeylere “evet” diyebiliyoruz. Bu çocuğumuzla ilişkimizi nasıl etkiler?

Özel gereksinimi olan çocukların aileleri, çocuklarına nasıl davranmaları gerektiğini ve ne yapacaklarını bilmemenin kaygısını sıklıkla yaşarlar. Bu nedenle de çocuğun aile yaşantısına uyumunun sağlanmasında çeşitli güçlükler ortaya çıkabilir. Çocuklarının istek ve ihtiyaçlarıyla ilgilenirken bir taraftan da ailenin düzenini korumaya çalışmak son derece yorucu ve stres verici olabilmektedir. Aileler süreçten duygusal olarak olumsuz etkilenebilmekte ve iletişim kurmakta zorlanan çocuğuna karşı acı çekme, panikleme, bazen öfke duyma ve ardından suçluluk hissetme gibi çeşitli olumsuz duygular yaşayabilmektedirler. Ebeveynler bu türden olumsuz deneyimlerden kaçınmak amacıyla da zaman içinde çocuğa karşı fazla toleranslı davranmaya eğilim göstermeye, aile içindeki rollerini yerine getirmekte zorlanmaya, kendilerini yetersiz ve beceriksiz hissetmeye başlayabilirler. Bunun sonucunda hayır denmesi gereken yerde evet demek şeklinde anı kurtaran ama günün sonunda süreci daha da karmaşıklaştıran tutumlar ortaya çıkabilir.  Ailenin çocuğun ne tür davranışları karşısında hangi tür tutumlar geliştirmesinin uygun olabileceği konusunda aileyi yönlendirecek bir eylem planının oluşturulmasında alanda tecrübe ve bilgi sahibi bir uzmanın önerilerine başvurulması bu noktada önem taşıyor.

“Bizim kültürümüzde toplum tarafından kabul görmenin en önemli unsurlarının başında alçak gönüllü olmak, uyumlu davranmak ve bizden yapmak istemediğimiz veya kaldıramayacağımız işler istendiğinde dahi karşımızdaki insanları kırmamak, üzmemek ve onların sevgi ve onayını kaybetmemek adına hayır dememek geliyor.”

Sevdiklerimizin ihtiyaçlarına yetişmek pahasına kendimizi erteleyebiliyoruz. Özel gereksinimli çocuk annelerine bu döngüden çıkmak için ne önerirsiniz?

Özel gereksinimleri olan bir çocuğun bakım sorumluluğunu üstlenmenin annelerin kariyerini ve boş zamanlarını etkilediği bir gerçektir. Çocuklarının toplum tarafından damgalanma ve dışlanması kaygısıyla da kendilerini sosyal hayattan uzaklaştırabilirler. Özellikle ağır seyreden olgularda anneler daha fazla stres altında kalmakta ve duygusal sorunlar yaşayabilmektedir. Tüm bunlar annelerin kendi kişisel, sosyal ve mesleki ihtiyaçlarını ertelemelerine sebep olabilmektedir. Otizm alanında yapılan araştırmalar ise, özbakımını ve ihtiyaçlarını ertelemeyen ve yüksek seviyede kişisel yeterliliğe sahip olan annelerin daha az ruhsal sorun yaşadıklarına ve yaşam kalitelerinin daha yüksek olduğuna işaret etmektedir. Yaşam kalitesi yüksek olan annelerin ise sorun çözme konusunda ve ilgili kişi ve kurumlardan rehberlik, bilgi desteği ve sosyal destek sağlamada daha girişken ve başarılı oldukları bildirilmektedir.

Mutluluk ertelenebilir bir şey midir?

Gündelik hayatın yoğunluğu ve telaşı içerisinde pek çok insanın istediklerini yapmak için sonsuz bir süreye sahip olduklarını ve bir gün kendilerini mutlu edecek şeyi yapacak zamanları olacağını varsayarak mutluluklarını ertelemekte olduğuna şahit oluyoruz.

Çoğumuz çevremizden “kilo verdiğimde”, “terfi ettiğimde”, “evlendiğimde”, “çok param olduğunda” mutlu olacağım gibi cümleler duyuyoruz. Oysa ki, gelecekte bir şeyin veya belirli bir duruma sahip olmanın bizi mutlu edeceğini düşünerek mutluluğumuzu geciktirirken gözden kaçırdığımız gerçek ise “daha sonra”nın ne getireceğini bilmiyor olmamız. Zamanı yavaşlatamayız, durduramayız, geriye alamayız; yani zamanımız değerlidir. Sahip olduğumuz zamanla yapabileceğimiz en iyi şey, ondan en iyi şekilde yararlanmaktır. Yani şu an sahip olduğumuzu bildiğimiz zamanı iyi değerlendirmeli, bugün gerçekten sahip olduğumuz hayatın içinde kalmalıyız. Bizi mutluluğumuzdan alıkoyan nedenlerimiz ne kadar ikna edici olursa olsun, mutluluğumuzu birtakım koşullara bağlamamalı ve bizi mutlu eden şeyleri yapmak için kendimize mutlaka zaman ayırmalıyız. Sonuç olarak, evet mutluluk ertelenebilir ancak ertelenmemelidir.

 

Depresyonu ara sıra hepimizin yaşayabildiği moral bozukluğundan ayırt eden en önemli belirtinin anhedoni olduğunu söyleyebiliriz. Anhedoni, kişinin daha önceleri zevk alarak yaptığı işlere ve uğraşlara olan ilgisini kaybettiği, genel bir isteksizlik ve hayattan zevk alamama durumudur.

Zamanı yavaşlatamayız, durduramayız, geriye alamayız; yani zamanımız değerlidir.

Günümüzde zaman zaman mutsuz, üzgün veya umutsuz hissetmek maalesef depresyonla karıştırılabilen bir durum. Oysaki günlük hayatın zorlukları ve iniş çıkışları içerisinde hemen her insan zaman zaman bu tür olumsuz duygular hissedebilir ve bu tür geçici duygulanımlar esasında normal kabul edilirler.